Suzy hafifçe gözlerini araladı. Vücudunun her bir yanı sızlıyordu. Çevresine bakındı. Burası... Neresi olduğunu bilmiyordu, ama ilk defa gördüğüne emindi. Yıllar öncesindeki bir saray odası izleniminde olan bu yer, rengarenk süslü eşyalarla döşenmişti. Suzy yattığı yerden doğruldu, şaşkındı ve etrafta "Burası da neresi?" diye sorabileceği kimse yoktu. Koca odada yapayalnızdı. Karnının çok aç olduğunu hissetti. Elini midesine koymasıyla üzerinde pembe bir hanbok* giymekte olduğunu farketmesi bir oldu. "Bu lanet yere beni kim getirdi!?" diye bağırmayı düşündü fakat bunu cevaplayacak kimse olmadığı için vazgeçti. Ayağa kalktı ve odanın sürgülü kapısını hışımla açtı. Kısa bir koridordan geçtikten sonra kocaman bir bahçeye çıktı. Çevresinde dönüp duruyordu: Burası kocaman bir saraydı adeta, buram buram tarih kokan göz kamaştırıcı bir yerdi. Yaşadığımız tarihe bakacak olursak böyle bir saray çok eski olmalıydı, fakat tam aksine sanki yeni inşa edilmiş gibi pırıl pırıldı.
Buraya nasıl gelmiş olabileceğini düşündü:
-Belki çok yorgun ve uykulu olduğu için hatırlamıyordu ama her zamanki gibi dizi setinde falandı.
-Belki birileri tarafından kaçırılmıştı.
-Belki de ayağını burktuğu için ölmüştü ve burası da cennetti.
-Ya da belki de... Yok, aklına başka bir ihtimal gelmedi. Bunların hiçbirinin aradığı cevap olmadığını biliyordu.
En son hatırladığı şey Siyoon'la ormanda koşarken düştüğü, doğrulmaya çalışırken bir yokuştan aşağı yuvarlandığı ve yolunu bulmaya çalışırken tekrar nehir kenarına geri döndüğüydü. Nehre vardığında artık bir adım dahi atacak gücü kalmamıştı. Sonrası... Bir karanlık. Suzy gözlerini açtığında kendini bu anlamsız durumda bulmuştu ve ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Siyoon'un da burda olup olmadığını merak etti.
-Siyoon~!!!? Beni duyuyor musun?? Orda mısın?? Kimse yok mu??~~
Hiçbir cevap alamayan Suzy koca bahçede tek başına olduğunu anladı.
***
Siyoon tüm ormanda Suzy'yi arıyordu. Koruluk sandıkları bu ağaç yığını, aniden sonsuz büyüklükteki bir ormana dönüşmüştü adeta. Etrafına çaresizce bakınırken genç kadın Siyoon'un omzuna dokundu.
-Baeksoo... Ne yapıyorsun?
Siyoon sakin olmaya çalışarak kadına cevap verdi:
-Bakın bayan. Daha iyi olduğunuzu gördüğüme çok sevindim. Fakat arkadaşım... Hani şuradaki. Suzy... Siyah saçlı şeker bir kız. Az önce şuradaydı görmediniz mi?? Ama şimdi yok... Benim arkadaşım Suzy! Hani yanımdaydı ya... Görmediniz mi? Suzy... Bae Suzy... Mutlaka tanıyorsunuzdur.
Kadının anlamsız bakışlarıyla karşılaşan Siyoon daha yüksek bir tonda sordu:
-Hiç mi televizyon izlemezsiniz siz? Suzy'yi tanımıyor musunuz?
-Tele-neyy??..
Siyoon sustu. O sırada yaşadığı her şeyde akıl almaz bir tuhaflık olduğunu farketti.
Yanında, nehirde sürüklenirken kurtardığı, televizyonun ne olduğunu bilmeyen, kendisine sürekli "Baeksoo" diye hitap eden, zaman makinasından fırlamış gibi görünen, saçma giyimli bir kadın ve ışınlanmanın henüz icat edilmediği bir çağda ortalıktan hop diye kaybolan bir arkadaş... Ha, bir de içinde kayboldukları uçsuz bucaksız orman vardı tabi. Her şey muhteşemdi gerçekten...
Siyoon derin düşüncelerinden sıyrılıp kadınla biraz daha konuşmaya karar verdi. Belki de kadın burası hakkında bir şeyler biliyordu...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İdol Günlükleri 1
FanfictionYaşadıklarım... Beni gerçekten şaşırttı ve aklımın sınırlarını epey zorladı. Hayatımın diğer insanlar gibi, veya diğer idoller gibi olduğunu ve hep böyle devam edeceğini düşünmüştüm... Yaşam ve ölüm, uğur ve uğursuzluk, zaman ve sonsuzluk, geçmiş ve...