Göz kapaklarımın altında yeşermiş ufukla ileriye bakıyor, altımdaki gümüş eyerin verdiği rahatsızlıkla yerimde kıpırdanıyordum. Deri botlarımın altındaki üzengiye biraz daha bastım, hava ılıktı ve sabahın bu köründe hangi akla hizmet yola çıkıyoruz diyerek yakınmak istemiştim. Üzerimde kısa bir ceket vardı, ceketin göğüs kısmında gümüş desenler vardı ve bir kanat gibi sırtıma yapışmış kasımpatı işaretine de hiç alışamamıştım. Madalyonun üzerinde bir çiçek taşımak oldukça tuhaf geliyordu. Alışmak elbette zaman alacaktı ama yine de tuhaf olduğunu rahatça söyleyebilirdim.
"Taehyung'un seni avlanmaya çağıracağını tahmin etmiştim." diyerek sözlerine başladı, Seokjin. Üzerinde bulunduğum atın kahverengi yelesini okşuyordu. "Hoseok da geliyor demek, bir taşla iki kuş."
"Altı yıldır bize haber uçurmayan senmişsin gibi konuşuyorsun, Seok."
Gülümsedi, yan kalan bedenini bana çevirdi ve dudaklarına dikilen o gülümseyişle kaşlarımı kaldırdım.
"Görevim bu," dedi matah bir sesle. Atın başını okşamaya devam ediyordu. "Neyse, balım. Söyle bakalım ne dedi bu Taehyung manyağı sana?"
"Onu koruduğum için bana minnet duyuyor herhalde," Elimdeki başlığı sıktım, gözlerim hâlâ yönünü arıyordu, bakışlarımın belli bir odağı yoktu. "Kendisiyle ava gelmem konusunda ısrar etti, Hoseok konusunu biliyorsun zaten. Başka da bir şey olmadı."
Dün gece şöyle geçmişti; Taehyung elini omzumdan çektiği gibi tek kelam dahi etmeden kütüphaneden çıkıp gitmişti ve ben de bir an neye uğradığımı düşünerek biraz orada beklemiştim, çok, çok farklıydı. Bileklerinde tam olarak göremediğim bir desen parlıyordu ve hayır, yeşil falan değildi. Tıpkı göğü yutmuş gözleri gibi bilekleri de buz mavisi renginde parlıyordu ve bunun garip hissettirdiği de aşikardı. Yine de fazla üstüne düşmemiştim bunun, kütüphaneyi biraz daha gezdikten sonra odama çekilip uyumuştum.
"Vay be," diyerek mırıldandı Seokjin. Bana yan bir bakış fırlattığında huysuzca ona baktım. "Seni baştan uyarayım canım, Hoseok denen o deliye dikkat et, özellikle de ona. Herif geleceği görüyor. Dikkatli olmazsak her şey yerle bir olur."
"Ne demek istiyorsun?"
"Şunu diyorum," Elini atın başından çekti ve omzunu okşayarak tam karşıma geçti. Yüzünde ciddi bir ifade vardı. "Eğer olur da hırsına yenilirsen, Hoseok seni fark edebilir. O manyakta sahiden de manyak bir güç var, adama vahiy mi geliyor nedir durduk yere geleceği görüyor, herhangi bir tasvir yeter kısacası, dikkatli olmalıyız, hem de çok."
Şaşırma sırası bendeydi, hatta çocukluk arkadaşımın bakışlarını görmekle şaşırmak falan bırak öylece donup kalmıştım. Seokjin ateş kadar yakıcı bir ciddiyetle sarayın arka bahçesindeki ağaçlıklara bakıyordu, gözlerinden aklında birkaç tilkinin dolaştığına yemin edebilirdim.
"Biliyorum," dedim, içime garip bir şey oturmuştu. "Dikkatli olacağım, emin ol, Seokjin."
"Gücünü kullanmamaya çalış," Arkamızda kalan demir kapının açılma sesini duydum. Kapının gıcırtılı sesi kulaklarıma yapıştı, derin bir nefes ciğerlerime girdi çıktı. "Bilirim ben seni, ortalık yeri yangına verme sakın."
Güven vermek istercesine Seokjin'e gülümsedim, çocukluk arkadaşımla beraber arkamıza baktığımızda gözüme ilişti, Taehyung. Başımı eğdim, yanında birkaç asker ve yanılmıyorsam Hoseok denen adam vardı, başımı eğerken yüzünü fazla görememiştim ama o an fark edebilmiştim, gözleri maviydi.
Taehyung'un gözleri gökyüzü kadar maviydi ve umarım bunun altından can sıkıcı şeyler çıkmazdı.
****
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fire & cost [devam etmeyecek]
Fiction Historiquegitme. olur da gidersen eğer, öldür beni, sevgilim.