in that smile // mattia cupelli
†
Bahar, ılık, sıcacık. Ölüme bir gün kalanın sabahında, aile acısı nedir ilk kez tatmaya yalnızca bir gün kala ellerimde renk renk güller, tek ayak topuğumu zeminden kaldırmış bir vaziyette ellerimin kan olduğunu hatırlıyordum. Parmaklarım kan içindeydi, ölüme bir gün kalaydı; Yoongi için gül toplamak gibi delice bir işe bulaşmıştım. Derler ki, yalnızca sevdiklerin için yaşamalısın, hayat amacın bu olsun, insan birisini sevmezse yaşayamaz çünkü. Hangi bilge ihtiyarın tekine sorsanız böyle söyler, gerçi bunu bilmek için ihtiyar olmaya gerek yok. On yaşındaki bir çocuğa niye gül topluyorsun sen diye sorarsanız der ki birisine vereceğim, onun için koparıyorum da ellerimi kanatıyorum ben bu güllerle. Hayat böyle işte. Birisini sevmezsen, sevmezsek olmaz.
Annemi kaybetmeye sadece bir gün kala bahçemizden çeşit çeşit güller kopardığımı hatırlıyorum. Baharın yeni geldiği bir vakitti, güneş bir elbise gibi yarı bulutlu göğe asılmıştı ve parlak mermerleri olan bahçe merdiveninin son basamağında Yoongi'nin oturmuş beni izlediğini görebiliyordum. Annem yan taraftaydı, bahçenin kenarında, çiçeklerin ve çimlerin içine aldığı ipek işlemeli bir çadırda, kitap okurken bir yandan da beni izliyordu. Çok iyi hatırlıyorum, daha dün gibi bütün hatıralar. Kaybolmadılar, insan ilk defa ellerinin kanadığı o günü unutamıyordu. İlk kez acı çektiği o anı, ilk kez yüreğini yakan o can sızısını bir köşeye atamıyordu kolayca. Zemine oturmuş sen annenin soğuk cesedine öylece bakarken ve bütün kelimeler bir iğne gibi boğazına dizilmişken nasıl unutabilirdin onca şeyi? Kavrayamayınca, bir şeylerin farkına varamayınca daha kötü oluyor, hep öyle oldu. Öylece bakakalmak, düşün, daha on yaşındasın ve annenin kanı yüzüne vurulmuş bir tokat gibi. Kıpkırmızı, soğuk. Lâkin bahar, annen daha dün senin başını okşuyorken, az önce onun kolları arasında sıcak soluğunu hissedebiliyorken ve o güzel göğsüne başını koyabiliyorken bir anda yalan oluveriyor hepsi, aptal bir kabus gibi bu işte. Uyanmak istiyor ama uyanamıyorsun, yatağında acılar içinde titriyorsun ancak titrediğinle kalıyorsun sadece. Duvardaki bir kadın portresine saatlerce bakakalıyorsun, baban da hıçkıra hıçkıra ağlıyor ama sen hepsinin iğrenç bir kabus olduğunu düşlüyorsun aklında. Menfur resimler geçiyor gözlerinin önünden. Annen orada ama. Cesedi az önce kaldırılmış, herkes ağlıyor ama sen elindeki güllerle annenin portresine bakakalıyorsun yalnızca. Ölüm acısı.
Ağlayamadım. Yoongi için ellerimi kanatana dek gül topladığım o akşamüstü annem bir zinya çiçeği kadar sıcacık görünüyordu. Beline kadar düşen dalgalı kahve saçları çok güzeldi, güneş ışığı batmadan evvel şekilli yüzüne vuruyordu ve ben ertesi gün sanki onun yokluğunda boğulmayacakmışım gibi dudaklarımı ısırarak gül toplamakla meşguldüm. Eğer insan gülse dikenleri hatalarıdır, demişti o gün ilk defa annem. O gün ilk defa bir şiiri aklıma kazıdığımda ve ertesi gün babamın hıçkırıklarını kulak zarlarım patlayana değin duyduğumda, hep bunu tekrarlamıştım kafamda. Eğer insan gülse dikenleri hatalarıdır, Jimin.
Ne çok hata yapmıştım. Ne çok hata yapmış ve yanlış şeylere bulaşmış, yanlış adımlar atıp yollarımı kaybetmiştim. Annem şimdi karşımdaydı; uzun, kahverengi saçları beline değin düşerken ve çadırdaki uzun koltuklardan birinde oturmuş şiir kitabı okurken yanına ufak bir çocuk gibi çökmüş ve ellerimi kucağına koymuştum. İnsan bir şekilde ölümü atlatabiliyordu mesela. Bir şekilde kalkmaya ve yürümeye, yaşamaya alışabiliyordun. Annen akşamın bir körü ellerinden kayıp gittiğinde ve sen onu omzundan bıçaklandığın akşamın ertesi gününde rüyanda gördüğünde, ölümün acısını unutamıyordun ama unutmuş gibi yapmaya, alışmaya, yaşamaya devam edebiliyordun. Hayat böyle işliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fire & cost [devam etmeyecek]
Ficción históricagitme. olur da gidersen eğer, öldür beni, sevgilim.