0.3

1.4K 117 37
                                    

ölgün ölgün pırıldarken,

sleeping last night - satürn

Günlerden Cuma olduğunda hala benimle konuşmuyordu. Daha bir gündür küstük fakat bu bile kalbimde acı depremleri olmasına yetiyordu. Yanımda oturan Archie elini omzuma koyarak ona dönmemi sağladı. Yine gülüyordu. Ağzının ortasına yumruk atma isteğimi kenara bıraktım.

"Onu sevdiğini bu kadar belli etme. Clary fark ederse canını yakar." Elimi yüzüme kapatarak geriye yaslandım. Tüm hayatımın kontrolü başkalarındaydı. Kendime sakladığım tek şey o iken ona da başkalarının karışması sinirlerimi bozmuştu.

Çardaktan kalkarak yağan yağmurun altına atladım. "İçimde tutamıyorum artık. Sevgisi öyle fazla ki kalbimden, gözlerimden taşıyor artık. Engelleyemiyorum," dedim yağmur altında sesimi duyurmak için bağırırken.

Platonik olmak zor meziyetti hele en yakın arkadaşı konumunda olduğun birine platonik olmak daha da zor bir meziyetti. Konuşsan anlamaz, sussan kelimeler aklından onun kalbine ulaşmaz. Baksan anlamaz, bakmasan gözlerin yokluğuna dolar. Kokusu burnuna değse anlamaz, değmese burnunun direkleri sızlar. Dudakların kurur, miden düğümlenir, ellerin üşür. İçten içe ölürsün ama cenazende ağlama ihtimalinden tutmaya çalışırsın kendini. Çünkü bilirsin o da sever seni. Ama yakın arkadaşı olarak.

"Kardeşim kaç, kurtar kendini. Onlar seni tüketmeden bitirmeyecekler işkencelerini. Ona da zarar verecekler. İzlemek zorunda kalacaksın. Elinden bir şey gelmeyecek lan. Soylarında kim varsa sikmek isteyeceksin ama gıkın çıkmayacak. Bunu mu istiyorsun?"

Hiddetle yakasına asılırken öfkem damarlarımda kan gibi kol geziyordu. Herkesin bana aforizma vermesinden bıkmıştım. Söylediklerim şeyleri ben de biliyordum. Ama aşık olmadan tavsiye vermek kolaydı. Bir günde özlüyordum işte, nasıl bırakıp gidecektim?

"Ya kendimden," Onu iyice çardağa yapıştırdım. "Kendimden nasıl kaçacağım? Bir milyon tane tavsiye veriyor herkes bunu da söyleyin."

Archie'yi ittirdikten sonra ne halde olduğuna bakmadan koşarcasına uzaklaştım oradan. Kendimden de böyle kaçabilme imkanım olsaydı keşke.

Küçükken sürekli oynadığımız parkın önüne geldiğimde ıslak olmasını umursamadan banka oturdum. Dokuz yaşındayken o salıncaktan düşmüştü. Koşup cılız kollarımla kaldırmıştım onu. Kaşı kanıyordu, ağlamıştı. Oturup onunla ağlamıştım. Annem yaralarımı öperdi iyileşmesi için. Kanı umursamadan öpmüştüm kaşından.

On bir yaşında kafasına top atmışlardı. Öfkesine yenik düşüp yaşından büyüklere kafa tutmuştu. Araya girince dayak yiyen ben olmuştum. Üstüm başım kan içinde kalmıştı. Benim için ağlamıştı. Benim yerime de ağlamıştı. Dudağımın kenarındaki yarayı öptüğünde içimin titrediğini hissetmiştim.

On dört yaşında artık büyümüştük. Parka gelmiyorduk. Okula giden kısa yol buradan geçtiği için her gün uğrak yerimiz olmuştu. İlk defa beni almadan Archie ile okula gittiğinde bu parkta izlemiştim onları. Affettim ama, hep affederdim zaten.

İşte onunla ile ilgili daha sayamadığım bir sürü anıma sahiplik yapan park bugün de göz yaşlarıma şahit oluyordu. Bacaklarımı kendime çekerek kollarımı sardım. Beni biraz olsun görseydi her şey farklı olurdu belki de.

Yağmur durduğunda sitem etmek için kafamı yukarı kaldırdım. Mavi gökyüzü aniden mora dönüşmediyse kafamda bir şemsiye vardı. Tutan kişi yanıma oturdu. Ellerimi avuçlarına aldı. Dudaklarına yaklaştırıp üflediğinde kalbim kelebeğin kanadı gibi hızlı hızlı çarpıyordu.

Ellerimi hızlıca çekip ıslak banka yasladım. Gözleri dolunca kafasını benden olmayan tarafa çevirdi. Fark ettirmemeye çalışarak telefonumdan kamera kısmına girdim. Videoyu başlattım. Bugünlük böyle idare edecektik.

"Hasta olacaksın," dedi titrek sesiyle. Her an kırılacakmış gibiydi. Ve ben onu kırıyordum, farkındaydım.

"Burada olduğumu nereden biliyorsun?"

"Archie söyledi." Tabii ya, başka nereden bilecekti ki?

"Gitmelisin," dedim şemsiyeyi ona uzatıp yağmur altına tekrar geçerken. Yağmur bir şekilde iyi hissettiriyordu bana. Şu an buna ihtiyacım vardı.

Şemsiyeyi kapatarak banka koydu. Yağmur damlaları kafasına düşerken bana döndü. Yüzündekilerin yağmur damlası mı yoksa göz yaşı mı olduğunu anlayamamıştım.

"Bana neden kötü davranıyorsun Jughead. Bir derdin var belli, bırak yardımcı olayım. Beni uzaklaştırma kendinden." Böyle bana bakarken ona nasıl git diyecektim? Sen benden git, ben senden gidemiyorum diyemezdim ya. Islanmış ceketimi üzerimden sıyırarak kuru kısmıyla kafasını örttüm. Bunu yaparken eğildiğim için boylarımız eşitlenmişti.

"Senden yardım istemiyorum. Beni kimse kurtaramaz çünkü. Ne sen ne de bir başkası. Ölen annemi geri getirebilir misin? Peki ya onun benim gerçek annem olmadığını öğrendiğim anı silebilir misin? Babamın ardında bıraktığı enkazı toplayabilir misin? Hangisini yapabilirsin? Ben söyleyeyim sana. Hiçbirini."

Giderken beni durdurmadı. Oysa yalan söylemiştim. Yanımda olsaydı bataklığım masmavi denize dönerdi benim. Acılarım yerini umutlara bırakırdı. Durdurmadı ben de zaten kabullenmiştim.

Sen gülünce ben de hemen gülüyorum. Sen ağlayınca ben de hemen bir sigara yakıyorum. Sen pazara çıkınca ben de en azından balkona çıkıyorum. Sen bir şey sorunca biraz düşünüp cevap veriyorum ama çoğu zaman yine yanlış oluyor, kimi zamansa susarak boş bırakıyorum o soruyu. Sen tartışmak isteyince bildiğim her şeyi unutuyorum. Sen unuttun mu deyince zaten bildiğim bir şeyi tekrar hatırlıyorum. Senin varlığın bana yapılmış enteresan bir şaka sanki. Aslında ben hâlâ bu şakaya nasıl karşılık vermem gerektiğini arıyorum.

Evening Star • bugheadHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin