1.BÖLÜM (TARANTINO)

13 1 0
                                    

BÖLÜMDE KULLANILAN FİLMLER:
-Rezervuar Köpekleri
-Ucuz Roman
-Kill Bill
AÇILIŞ:
Bay Pink?"
"Kesinlikle haksız olduğunuzu düşünüyorum, Bay Brown."
"Bay Pink, Bay Brown... İkinizin de canı cehenneme."
"Sizin de canınız cehenneme, Bay Yellow."
"Baylar... Baylar... Aranızda tartışmaya gerek yok."
"Kibarlığın sırası değil, Lapis. Burada önemli bir konu hakkında
konuşuyor falan değiliz."
"Hayır, sizi aptallar ama beyin hücrelerimi eritmekle meşgulsünüz.
Ağzınızdan çıkan Kuantum Fiziği hakkında çığır açıcı bir makalenin
incelemesi bile olsa o koca çenenizden çıktığı sürece umurumda olmaz.
Burada hepiniz aynı ölçüde değersizsiniz. Şimdi saçma sapan konuşmayı
bırakın da işimize odaklanalım."
"Peki, ben neden Bay Pink olma zorundayım?"
"Bunu konuşmuştuk, salak surat. Konuyu uzatman şimdi sadece aranızdan
bazılarının ölümünün birkaç dakika daha gecikmesine yol açacak."
"Peki, ben neden..."
"Çünkü b*ktan herifin tekisin de ondan, Tarantino."
"Hey, bunun bir sürpriz olması gerekiyordu."
"Herkes çenesini kapatacaksa başlıyorum."
Tim Roth'un kendi kanının içinde tepinmesini ve diğer aptalların
köfteyi çakmadan nasıl saatlerce aynı odada birbirlerini yediğini
izledim. Eskiden olsa Michael Madsen'ın kulak kesme sahnesinde
gözlerimi kapatırdım. Nedense kılımı bile kıpırdatmadım. Öylece
oturup, ifadesiz bir yüzle çığlıkları dinledim. Hatta bir ara dansına
eşlik etmeyi bile düşündüm ama sonra kalkmak için fazla yorgun olduğuma
karar verip oturduğum yerde kalmayı tercih ettim.  Tarantino'nun
pestili çıkmış vücudunun yanında bir sigara tüttürdüm. Sonra da
takımımı yavaşça üzerimden çıkardım.
"Matematik öğretmenin böyle giderse matematikten çakacağını söyledi.
Senden İzafiyet Teorisi'ni çürütmeni ya da pi sayısıyla bir beste
yapmanı falan beklemiyoruz, tatlım. Sadece biraz ilgi... Çabaladığını
görmek bizim için yeterli."
"Size daha önce de söyledim: Matematiğe inanmıyorum. Sayısal verilerin
çoğunun algıladığımız düzlemin şartlarına göre şekillenen çarpıtılır
gerçekler olduğu düşünülünce bir gün algımız değişse doğru bildiğimiz
en basit gerçekler koca bir saçmalıktan ibaret olabilir."
"Bu cümlenin aynısını sınavda kurmayı dene. Belki ek puan verirler."
"Sonra neden dâhilerin hepsi okulu bırakıyor. Tanrı aşkına, Descartes,
Kartezyen koordinat sisteminin temellerini atmak yerine matematik
ödevini bitirmeyi seçseydi belki de şu anda birbirine dik iki doğru
yerine bir çemberin içinde tüm bu işlemleri yapıyor olurduk. Anlarsın
ya, başkalarının bir şeyler yapabilmesi için bazılarının kimi zaman
hiçbir şey yapmaması gerekir. Ben de şu an bu evremdeyim. Beynimi
dinlendiriyor ve kısa cümleler kuruyor olmam gerekirdi ama hayır, size
laf anlatmaya çalışıyorum."
"Bu kadar saçmalık yeter, küçük hanım. Doğru odana! Matematik ödevini
bitirene ya da beni emekli olduğum bir zamana ışınlayacak makineyi
bulmadığın sürece de geri dönme!"
"Büyük bir zevkle"
Odamın kapasını kapatıp masanın başına geçtim. Uzun bir süre ders
çalışmaya niyetlendim ama isteklerim fiile geçmedi. Bir tasarı olarak
aklımda kaldılar.
Ertesi gün girdiğim matematik sınavı sırasında aklımda şu an vardı.
Aslında şu anın şimdiyi kapsadığı düşünülürse şimdiden daha önceki bir
zamanda gerçekleştiği için belki de geçmiş zamanla kullanmak daha
yerinde olurdu ama o an için yeterince şimdi görünmüştü. O yüzden
anlık bir kararsızlıktan sonra "bir an" diyerek onu benden
uzaklaştırarak şimdilik zamanı bir kenarı itelemekle yetindim. Bugün
pazartesiydi. Pazartesi günleri güzel bir şey olma ihtimali daha
düşüktür. Ancak sırf ben böyle dediğim için bu ihtimal değişebilir.
Yani günümü güzel geçirip geçirmeme ihtimalinin yüzdeliği konusunda en
azından az da olsa bir hak sahibiyim bir şekilde. Pazartesileri
sevmememin sebebi basittir: Pazartesi haftanın başıdır. Bir şeylerin
olması için çok erkendir ve her şeyi değiştirmek için de çok geçtir.
Çünkü tüm hafta boyunca yapmayı düşündüğün şeyi erteler durursun ve
kendini bunu yapacak gücün olduğuna ama sadece akışına bırakmanın
doğru olduğuna inandırırsın. Sonra pazartesi gelir ve aslında tam
olarak hiçbir halt yapmadığını görür ve haklı bir üzüntüye düşersin.
Benimse pazartesilerle aramda bu kadar katmanlı bir çatışma yok.
Sadece kulüp saatlerinin pazartesi olması gibi basit ve son derece
makul sebeplerim var. Bazen okul çıkışlarına da sarkıyor ama genelde o
zaman kimse müsait olmadığından tek başıma kalıyorum ve pek eğlenceli
olmuyor. Ya da ben çevremdekilere öyle olduğunu söylemek durumunda
kalıyorum çünkü ne de olsa çağımızda kafasında hunilerle etrafta
koşuşturan kaçkınlardan daha bir tahtası eksik teşhisi konmaya yakın
kimseler varsa onlar da tek başına eğlenebilen insanlardır. Sonuçta
buradan ayrılırken yanımızda götürebileceğimiz tek şey yine kendimiz olduğundan onu bu
kadar ihmal etmek ve yok saymak bana mantıksız geliyor ama lisedeyken
kendini her saçmalığa ikna etmek için minimum bir sebep bulabilirsin.
Sınavdan çıkmıştım. Zil henüz çalmıştı. Yavaş adımlarla kütüphaneye
gittim. İlk gelen olmaktan nefret ederim. Bu sebeple elimden
geldiğince yolu uzatmaya çalışırım. Genelde hesaplarım bu konularda
tutar. Aynı hesapların matematik sınavındaki tutarlılığı ise ayrı bir
muamma... Benji orada oturmuş defterine not alıyordu. Arkasından gelip
yanına yaklaştım. Omzuna dokunup hızlı adımlarla yerime oturdum.
"Kimin yaptığını gördün mü?"
"Hayır, ama çok aptal biri olduğunu duydum. O kadar aptal ki geçen ay
arkadaşından aldığı kitabı geri getirmeyi unuttuğunu nasıl
söyleyebileceği hakkında en ufak bir fikri yokmuş."
"Yine mi? Açık konuşalım, Smith, ikinci el kitap satışında iyi fiyata
orta yaşlı bir film meraklısına sattın ve parayı cebe indirdin, öyle
değil mi?"
"İleride Oscar konuşmamda senden söz edeceğim, tatlım."
"Bu güzel sözlerin için teşekkür ederim ama Altın Ahududu Ödüllerinde
şahsıma edilen bir teşekkür konuşması istediğim en son şey herhalde."
"Buradan bakıldığında kime benziyorum, Sacheen'e mi? Kendi konuşmanı
kendin yap, Brando."
"Bu iyiydi."
"Sınavda batırdım."
"Hangi sınav?"
"Matematik. Siz girmediniz mi?"
"Ben o konularda yoktum, Bay Oscar beni sonra sınava alacağını söyledi."
"Oscar hayatımda gördüğüm en tatlı öğretmen. Bize sarışın olan kadın giriyor."
"Şu Rus kökenli olan mı?"
"Kesinlikle. Var olan bütün hemcinslerine kan kusturmaya yeminli gibi."
"Öğretmenler öğrencilerini zorunda kalmadıkça sevmezler, işe
cinsiyetleri karıştırma."
"Haklısın."
Bir süre internetten kısa film türünün başlıca örnekleri hakkında bir
araştırma yaptık. Benji'ye uzun metrajla da ilgili araştırma yapmamız
gerektiğini ve asıl hazinenin orada olduğunu söyledim. Beni dar
görüşlülük, çok yönlü bakış eksikliğiyle suçladı. Sanatını icra etmeye
çalışan bir sürrealiste formları öğretmeye çalışan bir resim öğretmeni
gibi hissettim kendimi. "Lanet olsun Benji! Çünkü derdini anlatman
için belirli bir süreye ihtiyacın var. Kimse üç dakikada dünyayı falan
kurtaramaz."
"Hayır asıl derdini üç dakikaya sığdırabildiğinde dünyayı kurtarmaya
başlarsın. Dünyada o kadar çok dert ve o kadar az zaman var ki!"
"Kes şu proletaryan zırvalıkları da sunumumuza odaklanalım. Ayrıca
zamandan bahsedip durma. Zaman güvenilir bir dost değil. Sana çok
çabuk ihanet eder, güven bana..."
Benji bunun üzerine bir şeyler daha söyledi ama ne dediğini tam
anlayamadım. Çünkü o sıralarda aklım hiç de oraya ait olmaması gereke
bir şeye takılmış durumdaydı. Kapının önünde iki takım elbiseli adam
arkası dönük bir şekilde bekliyordu. İlk müfettiş ya da bir sunum için
gelen öğretim görevlilerinden olabileceklerini düşündüm. Sonra bir
tanesi yüzünü dönüp göz göze geldiğimizde o an hazırlıksız
yakalandığımı anladım. Vincent Vega tam karşımda duruyordu.
"Lanet olsun"
"Her şey yolunda mı?"
"Tuvalete gitmem gerek. Bayan Ferguson gelirse söyler misin?"
"Elbette"
Koşarak arka kapıdan koridora çıktım. Acele etmem gerektiğini
biliyordum. Bir dahaki bakışlarında orada olmadığımı görünce aramaya
geleceklerdi. Kızlar tuvaleti saklanabilecek en yaratıcı yer değildi
ama şimdilik teen-slasher gerilim filmi zevklerim böyle uygun
görmüştü. İçeri girip kapıyı telaşla kapattığımda aceleden tuvalette
ağlayan kızı duymamıştım. Kapalı kapıları yavaşça iteleyerek sonuncu
denememde arkasında gözyaşlarıyla kıvranan kızı buldum. Masmavi
gözleri kanlanmış, nerdeyse beyaz denebilecek kadar parlaklaşmıştı.
Yüzü ve özellikle de yanakları kıpkırmızı kesilmiş, hıçkırıkları
yüzünü kırıştırmıştı.
"Her şey yolunda mı?"
İnlemeyle karışık bir cevap verdi ama anlayamadım. Elimi uzattım.
Yanındaki kâğıt havlulardan bir tomar alarak olağanca gücüyle
sümkürmeye başladı. Bir an için beyninin burnundan çıkacağından
endişelendim. Elimi tutarak doğruldu ve kapıyı geçeceği şekilde
itekleyerek lavaboya doğru ilerledi. Ben de anlamsız bakışlarla
arkasından geliyordum. Doğru bir konuşma için ideal bir başlangıç
arıyordum. Bulamadım. Birkaç kere lafı toparlamaya çalıştım. Onu da
beceremedim.
"Aptal" dedi. Üstüme alınmadım ama bunu söyleten kişiye karşı anlamsız
bir nefret duydum.
"Şu an bu durumda bulunmanla ilgili en ufak bir şeyle bilmiyorum ama
anlarsın ya, aptalın tekiyse ağlamaya değmez. Böyle davranarak ancak
ona kazandığını hissettirirsin. Yerinde olsam dünyanın en budalaca
sırıtışıyla karşısında dikilir ve bir kahkaha atardım."
Hıçkırıklarının arasında bir tebessüm yakaladığımı hissettim. Belki
aklımdan geçirmiş de olabilirim.
"Başka birini seçti ve ben de bunun olmasına göz yumdum."
"Belki onu düşündüğün kadar sevmiyorsundur."
Bir anda psikiyatrist kesilmek... Woody Allen'ın iguana adamını şefkatle
andım. Erkeklerden yakındı. Bazı kızlardan da... Nefret kusulabilen bir
kavram olsaydı kesinlikle o an çıkarıp rahatlamış olmasını dilerdim
ama konuştukça kendini daha da dolduruyordu. Bir an için takım
elbiseli mafyalar daha güvenilir hissettirdi. Kalbi kırılmış bir kadın
–özellikle de taze kırılanından- yavrusu yanından alınmış dişi bir
kaplandan farksızdı. Yavaşça yanından ayrıldım. Koridordan sağa sapar
sapmaz Samuel L. Jackson karşımda belirdi. Kaçmak için bir adım geriye
çekildim. Onun da eli beline gitti. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Olduğum yerde dona kalmıştım. Başını sağ çevirdi ve "gel" işareti
yaptı. Travolta yanında belirdi.
"Bay Wallace'ı tanıyor musun?"
"Hayır, efendim."
Birbirlerine baktılar.
"Adalete giden yol bencillerin cürümleri, kötü adamların despotluğu
ile bezenmiştir. Merhamet ve iyi niyet adına karanlık vadide
güçsüzlere çobanlık eden kutsanmıştır..." Jackson sözlerimin
başlangıcıyla hayranlıkla karışık bir dehşet ifadesiyle gözlerime
odaklanmıştı. Devamını getirmekte tereddüt etmedi:
"Çünkü kardeşinin koruyucusu, kayıp çocukların kurtarıcısıdır, o.
Kardeşlerimi zehirlemek ve yok etmek isteyenlerden, acımasızca intikam
alacağım."
"Ve intikamımı üzerlerine saldığımda..."
"...Benim Tanrı olduğumu anlayacaklar... Yüce Tanrım! Ezekiel 25:17. Tanrı
seni kutsasın genç hanım."
"Teşekkürler, bayım."
"Korkarım ki sizinle Mr. Wallace arasında yaşanan tatsız bir hadise
yüzünden burada olduğumu paylaşmak zorundayım."
"Efendim, haksızlığımı kabul ediyorum ama yaptığım seçimin sonuçlarına
katlanmaya karşı çıkıyorum. Çünkü bana sunulan bir teklif değil alenen
tek yönlü bir yoldu. Başka bir seçeneğim yoksa seçtiğim şeyin benim
tercihim olduğunu iddia etmek ne kadar akılcıdır?"
Kararsızlıkla birbirlerine baktılar.
"Bu durumda belki de Mr. Wallace ile konuşsanız daha iyi olacak."
Düşündüm. Bir anda aradığı fikir aklıma gelmişti.
"Maalesef şu an daha ciddi bir sorunumuz var."
"Neymiş o?"
"Mia... Bayan Wallace... Tuvalette. Onu bulduğumda uyuşturucu komasına
girmişti. Şimdi baygın yatıyor ve onu bırakırsam bunun Bay Wallace'ın
hiç de hoşuna gideceğini sanmıyorum."
"Mia..." Vincent dehşetle irkildi ve kendi kendine kadının ismini
dudaklarında mırıldandı.
"Ne bekliyorsunuz? Ağzından köpükler çıktığını gördüm."
Kararsız kaldılar. Ne yapacaklarını bilemediler. En sonunda Jackson
elini belinden çekerek bana doğru yaklaştı. Vincent dalmıştı. Onu
ayıltmak için sarstığı sırasında gözlerini ayırdığında bu boşluktan
yararlanarak var gücümle karşı tarafa doğru koşmaya başladım. Peşimden
geldiklerini hissedebiliyordum. Benden daha hızlı ve tehlikeli
olmalıydılar. Kafamı uçurmaları an meselesiydi. Bunun neden
kaynaklandığını ve kaynaklanabileceğini bilmiyordum ama kime
gidebileceğimi biliyordum. O an kurtulmak için kalabalık bir yere
gitmemin daha mantıklı olduğuna karar verdim. Gerçekle birinin hayal
dünyası çakıştığında –tahminen şu an Tarantino'nunkiyle iç içeydi-
buna sebep olan orta noktalar açık hedefti. Koşarak yemekhaneye ve
oradan da okulun spor salonuna gittim. Orada küçük bir depo olduğunu
ve fark edilmeye değmeyecek kadar önemsiz olduğunu düşündüm. Hızla
içine girip korkuyla beklemeye başladım. Bir yandan da yapmam
gerekenleri düşünüyordum. Bugün Patrick okulda olmalıydı. Eğer işleri
erken bitmemişse ya da yemeğe çıkmamışsa ve yeterince şanslıysam,
güvendeyim demekti. Onun arabası vardı. Okula yıllardır aynı külüstür
hurda yığınıyla gelirdi. Ona Abaküs ismini takmıştık. Çünkü neden
olmasındı. Şimdi dikkatle ayak seslerini dinlemeli ve gittiklerinden
emin olduğum bir zamanda da çıkıp bilgisayar odasına gitmeliydim. Daha
az önceki şimdim kütüphanedeyken şu anda depoda sinema paradigmasına
başkaldıran senaryo karakterleri tarafından kovalanıyordum. Ayak
sesleri duyunca kapıyı dinlemeye başladım. Bir kadın sesiydi. Beden
eğitimi öğretmenimizinkine benzettim. Kulaklarıma güveniyordum.
Yanındaki de resim öğretmeni olmalıydı. Sadece Jackson ve Travolta'nın
bir kırılma sonucunda oluşmuş üstün yansımalardan olmasından
korkuyordum. Öyleyse çevresindekileri taklit edebilmek gibi bir
yetenekleri olabilirdi. Bu da duyduğum seslerin kaynağını açıklardı.
Ama öyle olsalar Mia Wallace numarasını yemezler diye düşündüm ve
anlık bir cesaretle dışarı çıktım.
Resim öğretmeni Bay Rickson ve Beden öğretmeni Lana Halley bana
bakıyorlardı. O anda karşımda gördüklerim elinde tabancayla beni
patronlarına götürmek için köşe bucak kovalayan mafyalar olsa işin
içinden daha az hasarla kurtulabilmiş olabileceğimi hesaba katmamıştım
tabii.
"Bayan Smith? Dersten kaçmanın cezası nedir biliyor musunuz?"
"Ama..."
"Bizimle müdürün odasına kadar gelmenizi rica edeceğim, Bayan Smith."
"Kulüp saatleri boş dersler değildir. Kafanıza göre saçmalayamazsınız."
Biraz daha söylenmeye devam ederek beni önlerine ittiler ve müdürün
odasın götürmek üzere yola çıktık.
Kurdukları cümlelerin haddi hesabı yoktu. Ben de cevap bekleyerek ne
sorsalar "Evet, efendim." "Haklısınız, efendim." Diyerek onları
yağlıyordum. Öğretmenlerle kavga etmek en son istediğim şeydi. Müdürün
odası koridorun sonundaydı. Biz başındaydık ve Vincent Vega da tam
önümüzdeydi.
"Buyurun, beyefendi... Size nasıl yardımcı olabilirim?"
"Pardon, anlamadım?"
"Bir öğrencinin velisi misiniz? Görüşmeniz mi vardı?"
"Şey... Ben..."
"Bir veli olarak lisede ilk yılınız mı?" Aynı tatsız espriyi her veliye yapar.
Vincent ne demesi gerektiğini bilmiyordu.
"Ne lisesi?" Dehşetle bize bakıyordu. Aralarındaki dolaylı yoldan en
tanıdık yüz benimki olduğu için gözleri bana kenetlendi.
"Three tomatoes are walking down the Street- a poppa tomato, a momma
tomato, and a little baby tomato. Baby tomato starts to lagging
behind. Poppa tomato gets angry, goes over to the baby tomato and
smooshes him... and says, Catch up."
Afalladı. "Mia?"
"Greg Amca!"
Koşarak ona sarıldım. Beden öğretmeni hocasının da resim hocasının da
şu an için onun kim olduğunu anlayacak bir entelektüel birikimi yoktu.
"Ben de seni bekliyordum! Beni alacağın için spor salonunda
bekliyordum ama kendimi müdürün odasına giderken buldum."
"Dersten almak mı? Dersi kırdığını sanmıştık."
"Hayır. Yengem... Greg Amca'nın karısı Mia... Ölmüş. Ben de az önce
öğrendim. Kendimi kötü hissediyordum."
"Bunu bilmiyorduk, Novak. Siz iyi misiniz, Bay..."
"Mia ölmüş mü? Ah Tanrım, lanet olsun, tabii ki ölmüş. Aptal kadın! O
kadar uyuşturucuyu tek seferde çekmemesi gerektiğini söylemiştim.
Hepsi o hasta ruhlu mafya bozuntusu yüzünden. Onu ilgisiz bıraktı ama ben ona istediğini..."
"Şu an konuşmaya müsait değil."
"Affedersiniz... Biz sanmıştık ki...
"Mia!!!"
"Fazla söze gerek yok Bay Rickson."
Koşarak okuldan çıktığımızda Bayan Halley izin kâğıdını derhal
yazacağından bahsediyor, özür diliyordu. Vincent Vega hâlâ yanımdaydı.
Arabaya binmek için onu ikna etmeye çalışırken takım elbiseli siyahi
adam bana doğru yaklaştı. Silahı yüzüme doğrulttu.
"Arabaya"
Bir anda Jackson'un gözleri açıldı ve yere yığıldı. Biraz sonra
Travolta da arkasından yere serildi.
"Tanrı aşkına, başını ne belaya soktun, Novak?"
Derin bir nefes aldım. "Şükürler olsun, Patrick... Bir an hiç
gelmeyeceksin sanmıştım."
"Koridorda seslerini duydum ve dışarı çıktığını görünce her şey
yolunda mı diye bakmaya geldim. Şükürler olsun ki gelmişim..."
Açıklama yapmaya başlayacaktım ki engel oldu: "Bunu akşam konuşuruz.
Şimdi gir sınıfına."
"Bu imkânsız. Bay Rickson'a John Travolta'nın yengemin beklenmeyen
ölümü için yas tutan Greg Amcam olduğunu söyledim. İzin kâğıdını
yazdı."
"Seni uyanık çakal! O zaman sana bir kahve ısmarlayayım. Ben de
çıkıyordum zaten."
"Harika. Peki onlara ne olacak?"
"Tabancanın içindeki şimdilerden birine hapsoldular. Güvendeyiz."
"Bir an için beni öldüreceklerinden hiç kuşkum yoktu."
"Silahlar öldürürler, Novak, fikirler değil. Onlar sadece gençlik
yıllarındaki amatör bir senaristin tasarılarından ibaret."
"Şimdilik.  Şu an küçük olmalı. Çünkü Vincent Vega'ya lise dediğimde
ne demek istediğimi anlayamadı."
"Belki de fazla yaşlandığı bir evrendeki tasarısıdır. Ya da bir kazada
hatıralarını yitirdiği..."
"Olabilir..."
"Her neyse, hadi milkshake içmeye gidelim."
Yolda bana gün içinde başına gelen çoğu lüzumsuz ama uzun süre
dinleyince insanın suratına salak bir tebessüm yayan anılarından
anlattı. Böyle insanları takdir ederdim. Ben, en maceralı günlerimde
bile anlatacak iki kelime bir şey bulamazken onlar her günlerini ayrı
bir heyecan ve şevkle anlatırdı. Bir yetenek olmalı...
"Matematik sınavın nasıl geçti?"
"Olduğu gibi"
"Yaratıcı bir savunma stratejisi"
"Annemler anlamını çözene kadar odama gitmiş oluyorum. Böylece ortalık
yatışıyor. Zekâ iyi not almak değildir, Patrick. Zekâ, kötü notu
ailene nasıl söyleyeceğini bilmektir."
"Bazen bende zeki biri olduğun izlenimini bırakıyorsun."
"Teşekkür ederim. Ve asıl aptallık nedir biliyor musun? Muhtemelen
gençlik yıllarını uyuşturucu, hippiler ve rock'n'roll ile geçirmiş
lise öğretmeninin bir başyapıtın kült karakterinin, olmayan karısı
için yas tutan, babanın var olmayan kardeşi olduğuna inanmasıdır."
"Bay Smith tek çocuktu, öyle değil mi?"
"Velileri ve öğrencileri daha yakından tanımalıydılar... Her neyse,
sorun olursa bir aile dostu olduğunu söylerim."
"Yalan söylersin yani."
"Elbette! Onların hayatını kurtardım. Bir Tarantino filminde herkesin
ölme ihtimali aynıdır: Çok fazla ve büyük ihtimalle de ummadığımız bir
anda."
"Sanırım haklısın, Novak."
"Genellikle... Her neyse, ben tuvalete gidip geliyorum."
"Tamam, ben de okuldakilerden çaktırmadan durumunu öğrenmeye çalışayım."
"Keyfine bak."
Kalkıp tuvalete gittim.
Yüzümü yıkadım. Gözlerimi sudan kamaşana kadar oyarcasına bir hışımla
ovaladım ve rahatladığımı hissettim. Kâğıt havlu almak için elimi
makineye yaklaştırdığım sırada bir ıslık sesi duydum. İçeride kimse
olmadığını düşünmüştüm. İşini epeyce sessizce halletmiş olmalı, diye
düşündüm. Elimi kuruladıktan sonra kâğıdı çöpe attım. Kapı yavaşça
aralandı ve hemşire kostümlü bir kadın dışarı çıktı. Yüzü tanıdık
geliyordu ama çıkaramadım. Samimiyetsiz bir gülümsemeyle kapıya
yöneldim. Bir anda kapının önünde dikildi ve sessizce bana bakmaya
başladı. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Cebinden çıkardığı
bandanayı gözüne taktığında kim olduğunu anlamıştım. Yutkundum.
"Hayır... Yalvarırım..."
İlacın etkisiyle sersemleyerek yere yığıldım.
Uyandığımda tenime değen kâğıtların rahatsızlığını vücudumda
hissedebiliyordum. Ama ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Yavaşça
gözlerimi araladım. İçi para ve silah dolu bir küvetin içindeydim.
Küvetten parkelere akan kanı görebiliyordum ve her ne kadar bedenim
uyuşmuş olsa ve bütünüyle göremesem de o kanın bana ait olmadığını
biliyordum.
"Uyandığına sevindim, tatlım."
Ona baktım.
"Benden ne istiyorsunuz?"
Hareket edemiyordum. Üzerimdekilerin ağırlığı taşıyabileceğimden fazlaydı.
"Bay Brown'ın tasarısını öldürdün. Boyutlar arası kurallar basittir: kana kan."
"Ama..."
"Lütfen üsteleme, Lapis."
"Lapis mi?"
"Adın Lapis değil mi?"
"Kahrolası ihtiyar! Bana güvenilmeyeceğini biliyordu. Evren yalıtımı...
Gerçekten çok zekice..."
"Neden bahsettiğini anlamıyorum."
"Kes sesini, Waltz. Bu senin meselen değil."
Küvetten kalktığımı hayal ettim ve bana doğrulttuğu silahı
parmaklarımın arasında buldum.
"Ama bu---"
"Neye inanıyorsan o işte." Tereddüt etmeden kafama doğrultarak tetiği çektim.
"İyi numaraydı, Novak."
"Bir dahakine bana daha çok güvenmelisin, Urban. Seni yarı yolda
bırakmayacağımı biliyorsun. Sen benim dostumsun."
"Sorun sen değilsin, hayatım. Sonsuz evren kombinasyonundaki herkes
Tarantino karakterleri kadar basit değil."
"Dehasına haksızlık ediyorsun."
"Kast ettiğim o değil. Demek istediğim... Henüz tecrübesiz olduğun... Vega
saçını atkuyruğu yapmamıştı. Patrick'in odasının penceresi otoparka
bakmaz... Bunun gibi küçük detayları hemen görebiliyor olman gerekir."
"Evet, her neyse... Bir an için iyi hissettirmediğini söylesem yalan
söylemiş olurum sanırım."
"Olmayan insanlar tarafından kovalanmak mı?"
"Hayır, neyin gerçek neyin sahte olduğunu sınırlandıramamak... Böylece,
anlarsın ya... En uçuk ihtimal bile fazlasıyla makul görünüyordu ve
adrenalinin değeri paha biçilemez."
"Hasta ruhlu ergenin tekisin, Novak."
"Evet, her neyse, ben matematik ödevimi bitirmeye gidiyorum. Eğer
matematik notlarım da dizaynının bir parçasıysa ve uyandığımda sınıf
birincisi olarak kalkmayacaksam kalmamak için çalışmam gerekiyor."
"Korkarım okul notları gibi saçmalıkları bu hassas işime karıştırmam."
"Sen harika bir detaysın, Urban."
"Evet, şimdi defol git, Novak. Yarın bir doğum günü organizasyonu için
Mickey Mouse kostümü bulmam gerek."
"Tanrım... Ya da artık adın her neyse..."
"Sonra görüşürüz"
"Neden olmasın?"

COSTIMEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin