Yüzümde bir mutlulukla ofisinden çıktığımda nasıl saçını
alabileceğimi düşünüyordum. Sınıfta önümde oturuyordu. Bir şekilde
hallederdim. Sonra İkinci Karl ile birlikte Dövüş Kulübüne girerdik.
Şu ana kadar her şey yolunda görünüyordu. Bir yanda da Benjamin Button
hakkında düşünüyordum. Kevin Spacey, bana öldürmekle yaşatmak arasında
bir fark olmadığını öğretmişti. Mesele ölmek ya da yaşamak değildi,
hayır, bu kadar basit değildi. Asıl önemli olan fikirlerdi. Fikirler
doğumlarından önce var olmaya başlar ve ölümlerinden sonra dahi bir
gün filizlenip ilk günkü tazeliğinde tohumlar verebilirdi. Kendime bir
fikir bulursam o zaman her şeyi yapabilirdim. Düşündüm. Daisy,
Benjamin'i neden öldürebilirdi?"
Düşünme fiilim devam ede dursun, şimdi odamda oturmuş fizik ödevini
bitirmeye çalışıyordum. Annem yemeğe gelmediğim için mutfaktan
söyleniyordu. Tim acıktığı için bana ağzına geleni söylüyor ve babam
da duygusal bir konuşmayla beni yumuşatmaya çalışıyordu. Şu an bu
gerçeklikten daha önemli hayallerim vardı. Elbette bir gün onlar da bu
gerçeklikten çıkıp hayal suretini alabilirlerdi. Bu yüzden bu gereksiz
kıskançlık son derece lüzumsuzdu. "Geliyorum" Yine de o an için onları
kızdırmak mantıklı gözükmedi. Aile mantığın dışında bir şeydir zaten.
Ülkenin durumu, notlar ve yeni spor ayakkabılar konuşuldu. Kaybeden
takımlar, karşılaşılan eski okul arkadaşları, onların medeni durumu ve
Tim'in hâlâ sümüğünü yiyen sıra arkadaşı...
"Tim iğrenç şeylerden bahsedip durma. Yemekteyiz."
"Neden? Yemekten kalktıktan sonra bahsedebilir miyim yani?"
"Tanrım, bu çocuk neden böyle aptalca sorular soruyor? Var olan tüm
zekânı bana kaptırdığın için üzgün olmalısın evlat."
"Son matematik notun kaçtı, hayatım?"
"Anne! Bu ailede değer görmeyeceksem korkarım ki Nobel konuşmamdaki
teşekkür listesine de adınızı koyamayacağım."
"Adımızı müdürün konuşulacak veli listesine koymadığın sürece sorun
yok, hayatım."
"O tek seferlik bir şeydi."
"Ne kadar rencide olduğumu bir bilsen! Yanımda kimin annesi vardı
biliyor musun? Dweyn'in o ilgisiz annesi. Kadın nereye çağrıldığından
bile bihaberdi. Hep o çocuğun ne kadar tuhaf olduğundan bahsederdin ve
işte şimdi de sen..."
"Artık ben de tuhafım. Bunu mu ima ediyorsun? Sanki daha önce
değilmişim, sanki kimse değilmiş gibi. Dünya nüfusunun hepsi normal ve
bir tek kimsenin ilgisini çekmeyen Novak Smith farklı öyle mi? Ne
farklılık ama! İnsana kendini o kadar güzel hissettiriyor ki, duyan da
bunun için çabaladığını sanır."
"Hayatım, lütfen sakin olur musun?"
Bir anda ağlamaya başladım. Bazen çok sinirlendiğimde konuşurken sesim
titrer ve daha fazla düzgün cümle kuramayacağımı anlayınca bedenim
çareyi ağlamakta bulur.
"Koca Novak ağlıyor! Ablam ağlıyor! Tıpkı bir bebek gibi!"
Ne yani büyüyünce ağlamak bir anda ayıplanır mı olmuştu?
Eylemlerimizi de oluş sırasına göre düzenlemeye başlamış ve bunu
normalleştirmiştik? İdeal ağlama yaşı! Ne gülünç...
"Senden daha çabuk büyüdüğüm için beni kıskanıyorsun, Tim!"
"Hiç de değil. Ben de büyüyeceğim. Hem de bu kadar! O zaman bana cüce
gibi bakıp yine böyle ağlayacaksın."
Kalkıp odama gittim. Annemler sebebinin ergenlik krizi olduğunu
sandılar. O zaman on dakikadan önce gelmezlerdi. O zamana kadar hızla
not alabilirdim. Tim bana aradığım ilhamı vermişti. Bu yüzde bu
gerçeklik şu an umurumda değildi. Elime kâğıt kalem alıp not almaya
başladım. Neden Daisy'nin Benjamin'i öldürmek isteyebileceğini
anlamıştım: Daisy tecrübesiz olduğu için aşağılanır ve küçük bir çocuk
olarak tecrübeyi büyüklükle özdeşleştirdiğinden bir sanatçının
romantikliğine yaraşır şekilde şiirsel bir sonla Benjamin'in kanını
içerek bilgi edinmeye çalışır.
"Novak?" İşte geldiler. Şimdi gerçeklikteki kimliğime bürünmeli ve
kardeşi ve ailesi tarafından rencide edilmiş mutsuz bir ergeni
oynamalıydım.
"Ne var?"
Hollywood camiasında tanınmış ünlüleri yaşlarına rağmen kaslandırarak
baş role koyup senaryoya birkaç Amerikan esprisi ve yüksek bütçeli
görsel efekt sıkıştırarak yüksek gişe hasılatı elde etmeyi düşünen
yapımcıların filmlerinden çıkmışçasına bir edayla olmasa da kendi
çapımda heyecanlı bir şekilde saç telini almayı başarmıştım. Her şey
plana uygun işliyordu. Senaryoyu cebime koyduktan sonra Benjamin'i
öldürmek için Daisy'nin ihtiyaç duyduğu sebebi bulacak ve sonra da
Dövüş Kulübü filmine birlikte girmek üzere sınıf arkadaşımın klonuyla
boyutlar arası yolculuk yapacaktım. Tam da saba rutinime uygun bir
plan!
Ama onca plana rağmen hayat her zaman bir şekilde evdeki hesabın
çarşıya uymadığını haklı çıkaracak bir sürprizle çıkıp geliyor. Bu
hikâyedeki sürprizimiz de Patrick'in ön görülemeyecek denli korkunç
sonlanan randevu gecesiydi. Ona işlerin nasıl gittiğini sormak adı
altında ziyarete gidecek ve ardından da saç telini bırakıp bunu da
aradan çıkarmasını söyleyecektim. En azından beklentim bu yöndeydi.
Ama ne okula geldi ne de dükkâna. En son onu bulmak için evine gitmek
zorunda kaldım. Daha önce hiç gitmediğimden numarasını bilmiyordum.
Sadece Urban'ın verdiği adresi insanlara sormuştum. Bana gösterdikleri
apartmana yöneldiğimde onu kapının önünde oturmuş sigara içerken
buldum. Normalde sabah o kimsenin içmediği, karıştırıcılarda
çırpılarak elde edilen iğrenç içeceklerle güne başlar ve akşamları
düzenli olarak yürüyüşe çıkardı. Bu yaptığı, bu karşımdaki adamın
davranışları hiç de ona uygun değildi. Ama onu sandığımdan daha
kolayca bulmuş olmak beni mutlu etti. Gidip yanına oturdum.
"Her şey yolunda mı?"
"O gitti."
"Kim?"
"Harper. Hayatımın en kötü gecesiydi. Tek kelime bile edemedim. Resmen
kaskatı kaldım. Çabaladı, muhabbet açabilmek için var gücüyle çabaladı
ama fayda etmedi. Umutsuz vakaydım. Ardından acil bir işi çıktığını
söyleyip gitti."
"Bunu duyduğuma üzüldüm ama onun seni tanıması için bir şans vermeliydin."
"Denemedim mi sanıyorsun? Ama bu bana bağlı bir şey değil. Bazen
aklımda ne kadar provasını yapsam da sonradan o anı yaşayamıyorum
işte. Bu da beni kahrediyor!"
"Kızın muhabbet açmak için seni yüreklendirdiğini söyledin. Demek ki
aranızdaki tek engel senin sessizliğinmiş. Ki bu da çözülebilecek bir
sorun. Bir dahakine kendini zorlarsın olur biter."
"Olup bitmiyor işte! Çünkü hiçbir zaman sonraki sefer olmaz. Bunu
herkes bilir. İlişkilerde tek bir atış şansı vardır. Ya hedef on
ikiden vurulur ya da sonrakine geçilir."
"Pek anlayamadım."
"Kısacası şu an çok muhtemeldir ki başka bir erkekle benim ne kadar da
zavallı olduğum hakkında konuşuyordur. Ve işte beni asıl deli eden de
bu! İnsanlar sadece konuşmak istiyorlar. Konuşmak! Konuşmak! Ne kadar
saçma ve lüzumsuz bir eylem. Kelimeler yokken duvar resimleri vardı.
Demek ki sanat, konuşmaktan daha önceye dayanan bir gereksinim. Ve
sanat hissetmekse halde hisler sözcüklerden üstündür."
"Bunu sadece senin gibi hisseden insanlar kabul edebilir."
"Herkesten nefret ediyorum."
"Herkesin de sana bayıldığı söylenemez."
Melankolik bir şarkı söylemeye başladı. Elindeki sigarayı alıp yere
attım. Bana çaresizlikle karışık yarım yamalak bir öfkeyle baktı.
"Bu fazlasıyla bayağı anı yok etme ihtiyacı duydum."
Kafasını omzuma yasladı. Sonra bundan hoşlanmadığımı hatırlayıp –çünkü
böyle temaslar bende anksiyete hissine yol açardı- vücudunu merdivenin
tırabzanlarına doğru çevirdi.
"Onu nasıl etkileyeceğin hakkında düşünmelisin. Depresyonun hiç sırası
değil. Şöyle düşün: Onunla harika bir gece geçirseydiniz geriye birkaç
gece daha çıkmak, onun senin evine taşınması ve mükemmellikle
özdeşleştirdiğin kadının aslında hiç de öyle olmadığını anlamak
kalırdı. Oysa şimdi bu maddelere ona kendini yanlış tanıttığına ikna
etmek gibi maddeler de eklendi."
"Bu oldukça... İyimser."
"Nasıl hâlâ hayatta kalabiliyorum sanıyorsun? Bir yerden sonra insan...
Anlarsın ya, olayları lehine yorumlamaktan kendini alamıyor."
"O zaman şimdi ne yapacağım?"
"İnsanlar kandırılmayı sever. Onu, seni yanlış tanıdığına ikna ettir.
Bir sebep öne sür ve aksi bir senaryo olamayacağına kendini inandır."
"Belki biraz yardım..."
"Hayır, boyutları işe karıştırma. Bu tehlikeli. Biliyorsun, olanları
değiştirme gücümüz yok. Sadece eşlik edebilir ve yaşanmamışları hayal
edebiliriz."
"İyi, peki."
"Bu korkutucu derecede kısa bir cevaptı."
"Sadece düşünüyordum. Ona ne diyebileceğimi..."
"Sana yardım edebilirim."
"Nasıl? Kendininkine hayrın dokunuyor mu da benim aşk hayatıma yardım
edeceksin?"
"Kabalaşmanın sırası değil."
Yanımda sevdiğim çocuğun hayaleti "Haklı" der gibi başını salladı. Bir
sen eksiktin Kinimod!
"Bak... Bu konuyla bir şekilde ilgileneceğimi söylesem sen de Karl'ın
klonuyla ilgilenir misin? Biliyorum, ben bencil duygusuz aptalın
tekiyim ama söz veriyorum aklımda gezinen tilkiler var."
"Bu kafayla nasıl yapmamı bekliyorsun?"
"Zaten bu kafanı dağıtmak için yapmanı istiyorum. Ben de o sırada seni
prensesine kavuşturacağım. Kazan kazan ilişkisi."
"Ben..."
On dakika içinde kabul edilmiş bir teklifin sahibi olarak durakta
bekliyordum. Aklımda gerçekten de bir şeyler vardı. Umut vaat etmek
konusunda yalan söylemezdim. En azından prensipli bir ikiyüzlülüğüm
vardı. Harper, Patrick'in çalıştığı şirkette hemen yanındaki masada
çalışıyordu. Şirketine daha önce birkaç kere gittiğim için güvenlikle
az çok bir diyaloğum vardı ve adresi de biliyordum. Güvenliğe kocaman
bir gülümsemeyle selam verdikten sonra Patrick'in defterini unuttuğunu
ama toplantısı yüzünden gelemediğinden beni gönderdiğini söyleyerek
içeri girdim. Harper'ı daha önce görmemiştim. Patrick'in
betimlemelerine uyan bir kadın aradım. Bir iki tane gözüme kestirdim.
Kinimod aralarında konuşan bir kız grubunu işaret ederek sağdaki
sarışın kıza Harper diye hitap ettiklerini söyledi. Ben de hemen o
tarafa doğru yöneldim.
"Merhaba" diye araya girdim.
"Merhaba"
"Buyurun?"
"Şey... Ben Patrick'in masasına bakmıştım. Sarışın kadının
davranışlarını inceledim. Hareketleri tedirgin olmuş gibiydi.
"Patrick bugün gelmedi. Sen kimsin hayatım?"
"Ben... Bana kodlama dersleri veriyor. Not defterini burada unuttuğunu
söyledi. Zaten bu aralar biraz dalgın. Beni bir projeye hazırlıyor
da."
"Ne projesiymiş bu?" Bir anda ilgili bir havaya büründü.
"Duyguların kodlaması. Fikir ona ait ama projeyi benim temsil etmeme
izin verdi, ne harika bir insan, öyle değil mi?"
Herkes ilgili göründü. "Yeğeni ya da bir akrabası falan mısın?"
"Ortak tanıdıklarımız var, diyelim."
Biraz daha konuştum. Hangi okula gittiğimi, proje ile ne yapacağımı
ve öğrencilik hayatımı falan sordular. Uysallığımı sakinliğimi
kullanarak onları etkilemeyi başardım. Çıkışa doğru yürürken Harper'ın
yanımdan geçtiği bir anı seçerek defterimi yere attım. Sesten
irkilerek bana döndü.
"Affedersiniz... Bir dakika, size bir şey sorabilir miyim?"
"Tabii, hayatım."
"Adınız Harper mı?"
"Evet..." İfadesiz bir şekilde yüzüme baktı.
"Patrick... O sizden çok bahseder. Yani, ona, size bunu söylediğimi
söylemeyin ama... O... O nişanlısıyla evlenmek üzereyken bir kazar
geçirmişti. Trafik kazası. O zamandan beri ilk defa... İlk defa onu bir
kadın hakkında böyle şeyler hissederken gördüm. Adınızı duyduğunda
bile yüzü aydınlanıyor."
"Ben... Bilmiyordum. Geçen akşam yemeğe gitmiştik ve bana oldukça soğuk
davrandı. Ben de benimle ilgilenmediğini düşündüm."
"Hayır, o böyledir işte. Asla kendini doğru düzgün ifade edemez ve hep
yalnız kalır. Belki Tina'ya... Nişanlısına olan şeyin... Ne bileyim, size
de olmasından korkmuştur. Çünkü böyle yaparız değil mi? Kötü şeylerden
sonra hep bir şekilde kendimizi suçlar ve cezalandırırız."
"Sanırım... Eğer bunu bilseydim, ona farklı davranırdım."
"Nereden bileceksiniz? Birkaç gündür konuşma fırsatımız olmadı, o
yüzden akşam yemeğinden bana bahsetmemişti."
"Ah, korkaklık ettim. Onu öyle çaresizce bırakıp gittim. Benden
sıkıldığına o kadar emindim ki! Budalalık ettim. Ne aptalım!"
"Kendinizi suçlamayın."
"Onunla konuşmalıyım. Çok teşekkürler bunu benimle paylaştığınız için.
Hoş bir tesadüf oldu."
Kendimi gülmemek için zor tutarak hemen binadan dışarı çıktım.
Patrick'i bulmalıydım. Hayır, onu aramalıydım. Çünkü kızla yine işi
batırmasına izin veremezdim. Bu sefer olaya müdahale edecektim.
"Sen bir kaçıksın!"
"Hedefe giden yolda her şey mubahtır, sevgili Patrick."
"Bu Machiavelli çakması sözlerini başkalarına sakla."
"Ne demek istediğimi biliyorsun..."
"Psikolojinin toplumun ahlaki yapısına uygun olduğunu düşünmüyorum."
"Sence bir kliniğe mi yatırılmalıyım yani? Ya öbür türlü ne olacak?
Sevdiğin kadınla sırf iki kelime konuşamadın diye hayatını berbat
etmene ve onu başka serserilere kaptırmana göz mü yumacağım? Böyle mi
normal bir insan olacağım yani? Hayır, sağ ol kalsın."
"Gerçekten cümleleri bu kadar uzun kurmak zorunda mısın? Takip etmekte
zorlanıyorum."
Klonun hafta sonuna kadar hazır olacağını söyledi. Ben de o sıralarda
Daisy kostümüyle Benjamin Button'u öldürmek ve Karl'ın klonunu
götüreceğim Dövüş kulübü dünyası için hazırlık yapmakla uğraştım. Bir
yandan da okulda kızların rahatsız edici bakışlarına uğruyordum ve
anlamıyordum. Neden kendilerini benimle kıyaslama ihtiyacı
duyuyorlardı ki? Samimi bir soruydu bu, ukalalık değil. Açıkçası
benden çok daha muhteşem tanımına yakın görünüyorlardı. O yüzden
görünüşlerine uymayan bu paranoyak hareketleri bana gülünç ve trajik
gelmeye devam ediyordu. Ben de üstünde durmadım. Kostümümü giydim ve
yapmam gerekeni yaptım.
Bazen garip şeyler düşünüyorum: Mesela, zamanımızda –şimdide- çünkü
zaman sonsuz şimdilerden ibarettir, sessiz, suya sabuna dokunmayan ve
iyi niyetli olarak nitelendirebileceğimiz birinin bu özelliklerinin
altında başka bir zaman diliminde işlediği suçları örtme ihtiyacı mı
yatar? Yani sevdiğim insanın karşısındaki sessizliğim ya da sunum
sırasında yaşanan anlık bir utangaçlığın sebebi başka bir evrende
zarar verdiğim insanların suçluluk duygusundan mı ileri gelir? Kim
bilir... Her zaman dediğim gibi, zaman tuhaf bir şeydir.
Elimde kanlarla karşımda duran Benjamin Button'un yaşlı, çirkin
yüzüyle baş başa kalmış küçük bir çocuk olarak bazen yaptıklarım
hakkında düşünmemem gerektiğini kavramaya başlıyorum. Bazen, yani
artık, sadece yapıyorum.
Bu şiirsel ölüm anının ardından kostümcü dükkânına döndüm.
Tuvalette ağlıyordum. Okuldaydım. Ders zili çalmıştı ama öğretmen
gelene kadar beş dakikam vardı. Yeterince güçlü ağlayabilirsem
diğerlerinin arasına karıştığımda fark etmemelerini sağlayabilirdim.
Benim gibi duygusuz bir yeniyetmeyi okul tuvaletinde ağlatan ne
olabilirdi? Pek çok sebep olabilirdi şüphesiz. Benimki de diğer
milyonlarcasından farklı sayılmazdı.
Karl arkadaşlarıyla konuşurken proje ile ilgili bir şey sormak için
yanına gitmiştim. Gayet mantıklı bir cümleydi bu. İçinde hiçbir mantık
hatası olmayan masum bir durumdu. Ama fitneci ayak takımı öyle farklı
versiyonlarda anlatmıştı ki bunu birbirlerine... Buraya kadar da her şey
bir şekilde idare ederdi ama bir zamanlar dost olduğum ve Karl'a
gönlünü kaptırınca aramıza sosyal statü farklılıkları giren Iris –ki
Dominik'e olan sevgimi biliyordu- bana "yanlışlıkla" olduğunu
söyleyerek mesajlaşmalar yolladı. Mesajlarda ne kadar tuhaf bir insan
olduğum, ucubeliğim ve garip davranışlarım hakkında bir grupta dönen
konuşmalar vardı. Aşağılamaların altına Dominik gülen yüzler ve gülme
efektleri koymuştu. Oysa onunla doğru düzgün iki kelime bile
etmemiştik ki! Nasıl da eminlerdi benim nefret edilmeye yaraşır biri
olduğumdan. Yarısını tanımıyordum bile. Ne ara beni tanıyıp da nefret
etme fırsatı bulmuşlardı?
"Her şey yolunda mı?"
Umutsuzca kafamı kaldırıp tuvalet kilidini açtım. "Hayır"
Bana gülümseyen yüz tanıdık geldi. Sanırım kulüp saatlerinde
kütüphanenin yanındaki odada çalışan yazarlık kulübündendi. Çünkü ilk
seferlerinde bana neresi olduğunu sorduğunu hayal meyal hatırlıyordum.
"Sen... Ağladığımda bana gülümsememi söylemiştin ama bak şimdi ne haldesin."
Tabii ya! Tuvalette Ucuz Roman karakterlerinde kaçarken mendil
uzattığım kızdı bu.
"Kimin başına ne geleceği pek belli olmuyor."
"Haklısın... Ben Anna."
"Novak"
"Seninki de bir aptalla mı ilgili?"
"Keşke bir tane olsalar..."
Bana peçete uzattı. Her nasılsa bunun bir şekilde bir arkadaşlığın
başlangıcı olabileceği gibi bir hisse kapıldım ama üstünde durmadım.
"Hiç kendini ucube gibi hissettiğin oldu mu?"
"Elbette, lisedeyiz."
"Sadece liseyle mi ilgili?"
"Hayattayız. Sanırım biraz bununla ilgili. Yani seni bilmem ama
insanlara varlıkla ilgili bir şeyler söylemeye kalk anında kaçarlar.
İnsanlar biraz garip yaratıklar ve kendilerine benzemeyen her şeye
ucube gözüyle bakarlar."
"Herkesten tiksiniyorum, nefret ediyorum ve canlarını acıtmak istiyorum."
Birlikte tuvaletten çıktık. Elimden tutup beni dışarı çıkarttı. "Biri
sorarsa seni hemşireye götürdüğümüzü söyleriz."
"Hastalandığında izin alıp revire yatabiliyorsun. Neden hastalık
standartlarına ruhsal gerilimimizi de katmıyorlar?"
Gülümsedi. "Peki, sen neden dersten kaçtın?"
"Sadece tuvalete gitmek istemiştim. Dersten kaçıp tuvalette sigara
tüttüren kızlara mı benziyorum?"
Tatlı gülümsemesine ve gözlerini parlatan kâküllerine baktım. "Artık
kimsenin görünüşü ve kim olduğuyla ilgili bir ön görüde bulunmamaya
karar verdim."
"Makul bir cevap"
Birlikte koridorda yürümeye başladık. Kendimi bir felaket filminin
sonunda hayatta kalmayı başarmış bir karakter, Anna'yı da beni
kurtaran bir yetkili gibi hissettim. Bir yanımda Kinimod bir yanımda
en iyi arkadaşım olduğunu hayal ettiğim bir yabancıyla bu sahneden de
çıkıp gittim.
Okul çıkışında eve doğru yürürken Patrick beni aradı. Harper'ın
buluşma teklif ettiğini, çok heyecanlı olduğunu söyledi. Sesindeki
mutluluğu hissedebiliyordum. "Senin adına sevindim." Dedim. Sevinmek
fiilinin varlığına gerçekçilik katmaya çalışarak. Mutlu olmakla o
kadar meşguldü ki bu ayrıntıyı önemsemeden bir şeyler anlattı. Ben de
içimdeki acı bir hisle telefonu kapattım. Acı, ekşimiz, yapış yapış
bir tat. Boğazımda hissediyordum ama dışarı çıkmamakta direniyordu.
Dükkâna gittiğimde Urban oradaydı.
"Her şey yolunda mı, Novak?"
"Hayır, kötü bir gün geçirdim, Novak. Açık konuşmak gerekirse uzun
zamandır bu kadar boktan hissetmemiştim. Bir de sana iyi olduğum
yalanını söylemekle uğraşamayacağım."
"Sorun bahsettiğin okul arkadaşın mı?"
"Evet... Yani ben bazen anlamıyorum... O kadar mı tuhafım?"
Yanıma yanaştı. "Diğerleri partilere gidebilir, içkileri devirirken
sevgilerini değiştirebilir..."
"...Ama?"
"Ama herkes yaşlı bir bunağı sırf mutlu olsun diye hayatın kıymetin
anlatmak için Benjamin Button filmine sokmak adına başrol oyuncusunu
öldürmek için bir seri katille hayatla ilgili sohbet etmeyi aklından
geçiremez."
"Aman tanrım... Bunun bir sır olması gerekiyordu."
"Yaptığın her iyi şeyi saklayamazsın, Novak. Arada bir ucundan da olsa
göstermen gerekir."
"Öyleyse şimdi ne olacak?"
"Nereden bileyim ben?"
"Sen yaşlısın. Yaşlılar kısa vadede olacak her şeyi bilebilir. En
azından annemin tahminleri hep çıkar."
"Ben... Sanırım buna annelik içgüdüsü demek daha doğru olur. Yaşla ilgisi yok."
"Sanırım. Her neyse."
"Hiç Gone Girl'ü izlemiş miydin?"
"Elbette. Fincher'ın tarzını severim. İzleyeni içine çeken karanlık
bir atmosferi var."
"Birlikte Rosamund Pike'ın nasıl çevresindeki erkeklerin üstesinden
geldiğini izlemek ister misin?"
"O... Normal biri mi? Şu plazaya topukluyla girenlerden..."
"Hayır, katiyen."
"Çok kan var mı?"
"Gerilim ve biraz da şarap"
"Öyleyse ben de varım. Hangi kostümü giyeyim?"
"Sadece içinde bedava patlamış mısır kuponu bulunan çantanı alman yeterli."
"Ne yani sinemaya mı gideceğiz?"
"Neden olmasın?"
"Hadi o zaman acele et, sonraki seansa sadece yirmi dakika var."
"Tüm seansları ezberlemiş olduğunu söyleme bana."
Gülümsedim. Biz diğerleri gibi değildik. Ama ne yazar? Yanımda ihtiyar
sadık bir dost, elimde taze patlamış mısır ve karşımda izlenilmeyi
bekleyen kaliteli bir film varken bu kimin umurundaydı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
COSTIME
Science FictionSıradan bir lise öğrencisi olan Novak Smith'i diğerlerinden ayıran tek şey bir aile dostlarının işlettiği kostümcü dükkanındaki kıyafetler sayesinde evrenler ve zamanlar arası yolculuk edebilmesidir.