BÖLÜMDE KULLANILAN FİLMLER:
-Taxi Driver
-Shutter Island
"O elindeki de ne öyle, Urban?"
"Küçük bir hediye... Senin için..."
"Benim için mi? Peki ama neden?"
"Hediyelerin nedeni sorgulanmaz. Çünkü bir nedeni olmaz... Yani hediye
içinden geldiği için verilen bir şeydir."
"Günümüz toplumunda hiçbir eylem içinden gelerek yapılmadığı için
neden sorusu popülerlik kazandı işte."
"Her neyse, çok meraklıysan evet bir sebebi var: Kurul başarıları
karşılıksız bırakmaz. Bunu çiftlik evindeki yardımlarının karşılığı
olarak yolladı."
"Orada ne yaptım ki?"
"Sakın bana kaydetmediğini söyleme..."
"Şey... Üzgünüm, her şey beklediğimden çok daha ani gelişti."
"Her ne yaptıysan onları etkilemeyi başarmışsın işte!"
"Sanırım haklısın... Hadi birlikte açalım!"
Urban ile tezgâhın üstüne koyduğumuz küçük kutuyu incelemeye başladık.
"Sence içinde ne var?"
"Ne bileyim ben? Nesnelerin içini görebilme yeteneğim olsaydı sence
bakacağım şey kutular olur muydu?"
"İğrençsin, Urban."
Gülümsedi ve kurdeleyi çıkarttı. Ben de kapağı kaldırdım.
"Bu da ne böyle?"
"Bir kameraya benziyor."
Elime alıp incelemeye başladım. Açıkçası daha gösterişli bir şeyler beklerdim.
"Ne yani sadece bir kamera mı?"
Urban elimden alıp incelemeye başladı ve bir anda heyecanla kamerayı
bana doğru salladı. "Bu sıradan bir kamer değil, Novak. Çünkü bununla
çektiğin videolardaki görüntüler düğmeye bastığın andan sonrasına ait
değil... Öncesine ait!"
"Nasıl yani? Şimdi bununla bir video çektiğimde ne izleyeceğim?"
"Mesela bir çiçeğin videosuysa onun filizleniş anı, hatta kalitesine
göre belki ondan önce onun yerinde duran başka bir çiçeği bile
izleyebilirsin."
"Ama bu... Harika!"
"Hadi deneyelim!"
Urban'ın fotoğrafını çektim. Ayarlarından biraz geriye sardım. Şimdi
karşımda orta yaşlı karizmatik bir adam duruyordu. Biraz daha geriye
sardığımda yakışıklı bir genç vardı.
"Eminim gençliğinde çok kalp kırmışsındır, Urban."
"Fena sayılmazdım."
Biraz daha fotoğrafa baktıktan sonra ileride benim de böyle özlemle
gençliğime bakacağımı hatırlayarak hüzünle fotoğrafı kaydedip çıktım.
"Hadi senin de fotoğrafını çekelim."
"Ben... Pek fotojenik değilimdir."
"Hadi ama Novak! Yaşıtların gibi manasız hareketler yapmayı bırak da gülümse."
"İyi... Peki."
Gülümsedim. O da deklanşöre bastı. "Hadi birlikte bakalım!"
Şimdiki halime baktım. Fotoğraflarda kendimi bir türlü kendime
benzetemem. Kayıtlarda sesler de farklı çıkar ama en azından bunun
mantıklı bir sebebi var. Yani varmış. Ben de öğreneli çok olmadı.
Kulaklarımızın yapısı sesleri içine toplayan bir çanak gibiymiş.
Yanınızda biri kulağınıza konuştuğunda net bir şekilde o sesi
algılayabilirmişsiniz ama kendi ağzınız ile kulağınız arasındaki
mesafenin şekli buna elverişli değilmiş. Dünya üzerinde gerçeğini
duyamayacağınız tek ses yine kendinizinkiymiş. İlk duyduğumda oldukça
etkileyici gelmişti ve biraz sinirlenmiştim ama şimdi düşündükçe bu
kuralın daha da katılaştırılması gerektiğini savunuyorum. Keşke iç
sesimiz de bu kategoriye dâhil olsaydı ve bir daha duymak zorunda
kalmasaydık! Çünkü bazen bu cidden katlanılmaz oluyor. Yalnız
hissettiğimde mesela gelip beni gerekli olduğuna ikna etmeyi
beceriyor. Sonra da en ona ihtiyacım olduğunu söylediğim anda beni
çaresizlikle suçluyor. Önce beni kendisine muhtaç ediyor, ardından da
bağlılıklarımda aşırılıkla suçluyor.
"Hadi küçüklük halime bakalım o zaman. Ben de sana gençlik yıllarımı
göstermek istiyorum, ihtiyar."
"Heyecanla bekliyorum."
Beş yıl geri gittim.
"Şu yüzündeki sivilcelere bak! Sanki yüzünde ucuz bütçeli Alien filmi
çekilmiş de canavar yüzünden çıkıyormuş gibi!"
"Güzel bir benzetmeydi... Her neyse, daha pürüzsüz tenli zamanlarıma
gidelim o zaman..."
Beş yaşıma gittim. Şimdi küçük ve aptaldım. Ya da en azından beynimde
yeteri kadar bilgi birikmemişti. Gerçi şimdi de dünyada ne kadar çok
bilgi olduğu ve benim bunun ne kadar azını alabildiğim düşünüldüğünde
pek de büyüyebilmiş sayılmam.
"Peki annemin karnındaki halimi görebilir miyim?"
Şimdi yakın çekimde bir ultrason fotoğrafını andıran bir görüntü
vardı elimde. Huzurla uyuyor ve muhtemelen etraftaki sesleri dinlemeye
çalışıyordum. Çünkü hâlâ gözlerim kapalıyken çevremde olup bitenleri
dinlemek hoşuma gider. Ama konumuz bu değil. Konumuz elimde geçmişe
minimalize edilmiş bir zaman yolculuğu yapmamı sağlayan bir kamera
olması ya da bunun bana zamana hükmedebilen bir kurul tarafından
hediye edilmiş olması da değildi. Bundan çok daha büyük bir mesele,
benim doğumumdan önceki anımı görmemdi. Doğumumdan kastım annemin
karnımdan çıktığım an değil, var olduğum –var olmaya başladığım an-
yani önceki benin –ki bu durumda o ben olmuyordu çünkü şimdiki ben
bensem o sadece bir geçmiş bendi- yok olduğu andı. Peki, ben, ben
olmadığımda kimdim?
"Urban... Şu fotoğrafa bak! Şu fotoğrafa bak! Bu... Bu ben olamam, öyle değil mi?"
"Eminim bunun mantıklı bir açıklaması vardır."
"Mantıklı bir açıklama mı? Neyin mantıklı açıklaması...? On altı yıl
önce on yedi yaşımda olduğumun mu?"
"Şurada bir işaret var, on altı yıl değil, 16 + 0 yıl önce."
"16 + 0 en son baktığımda 16 yapıyordu, Urban. Son matematik notumdan
sonra pek emin değilim ama sıfırlarla aram iyidir ve hiçbir işe
yaramadıkları gibi anca sorun yarattıklarını bilirim."
"Bu bir işe yaramış ama anlaşılan... Sadece on altı yıl yazınca bir
karanlık çıkıyor ama sıfır ekleyince bu resim beliriyor. Baksana!"
Resme baktım. Mutsuz, dağılmış yüzlü, çaresizlikle kameraya bakan bir
surat... Hapishaneyi andıran duvarların arasında şişmiş gözleri ve
yardım dilenir gibi bakışlarıyla bize bakıyordu. Ne kadar zaman baktım
bilmiyorum. Urban elimden zorla aldı. "Bunu sonra konuşuruz, okula
gitme vaktin geldi. Kurula gidip bir açıklama isteyeceğim, tamam mı?
Takma kafana, bir yanlışlık olduğuna eminim."
Söylediklerini onayladığımda sebebi onlara katılmam değil, başka bir
seçenek olmamasıydı. Beni asıl ürküten sıfır sayısından önce on
yedinin gelmesiydi. Bunun tek bir anlamı olabilirdi: Önceki ben on
yedi yaşında sona ermişti. Peki benliklerin birbirlerinin ölüm yılları
arasında bir bağlantıları olmak zorunda mıydı? O zaman benim de seneye
on yedisine gireceğim göz önüne alındığında önemli bir soruydu bu.
Şayet böyle bir kural varsa artık ders notları, ülkenin politik
stratejileri ve ticari amaç güdülerek çekilen filmler gibi keyfimi
kaçıran pek çok konu önemini yitiriyordu. Tamam, belki bu sonuncusu
için geçerli olmayabilir ama... Bilmiyorum. Okula gittiğimde aklımda çok
farklı ve karışık konular vardı. İnsan ölmesine ne kadar süre
kaldığını bildiğinde çok fazla çevresindekilere odaklanamıyor haliyle.
İşte Janet ile ilk tanıştığım gün böyle bir ruh hali içindeydim.
Elbette selamlaşmışlığımız vardı bir kaç kereliğine ama bu tanışmış
olmak için yeterli miydi? Kendisi karşı komşumuzdu ve annem diğer
komşularına olan misafirperver ve bonkör yaklaşımını bu kıza
göstermezdi. Bana da ondan uzak durmamı söylemişti. Ben de onu ve
hayatını hayatımda hep bir tabu, yürürken dikkat edilmesi ve üstünden
atlanması gereken bir çukur olarak gördüm. Küçükken sebebini tam
olarak anlayamamıştım, çünkü küçükken insan kendisinden başka herkesin
söylediği her şeyin doğru olduğunu düşünür. Ama büyüdükçe arkasında
yatan nedeni daha iyi anladım: Janet eve pek sık gelmezdi. Geldiğinde
yanında her zaman başka biri olurdu. Işıkları ya hiç açılmaz ya da
kapanmazdı. Leş gibi bir alkol ve sigara dumanı evi sarar, bize
pencerelerimizi kapattırırdı. Saçları mor renkteydi ve arada rastalar
vardı. Hep çok uzun bir yolcuğa çıkmış da yeni dönmüş gibi, biraz
pejmürde ya da berduş denebilecek bir giyim tarzı vardı ve üstü
Amsterdam sokakları gibi kokardı. Ondan uzak durmam gerektiğine kendi
irademle karar verdiğim akşamı hatırlıyorum. O gece uyuyamamıştım ve
annemler yanlarına gitmemden usandıkları için balkona çıkıp gökyüzünü
izlemeye karar vermiştim. Çünkü bu her zaman uykumu getirmiştir. O
zamanlar Tim olmadığı için neden bu en sessiz gecelerimi uykusuz
geçirdiğimi hâlâ anlayabilmiş değilim. Balkondan etrafı izlerken gözüm
karşı eve takıldı, çünkü çatıda bir silüet vardı ve onun niyeti
benimkiyle aynı değildi. Bacaklarını sarkıtmış çevresini sigara
dumanları sarmıştı. Onu izledim hiç kıpırdamadan. Çünkü ne olduğunu ve
olacağını tam anlayamayacağım bir yaştaydım. Aşağı doğru o kadar
şiddetle eğildi ki bir an için havada asılı kaldığını sandım. Sonra
durdu. Kafasını kaldırdı. Göz göze geldik. İlk defa böylesine bir
temasın içine girmiştik. Ben de ona baktım. Yüz ifadesi uzaktan
anlaşılmıyordu. Bana gülümsediğini hayal ettim. Tekrar yere bakmaya
başladı. Sonra içeriden biri gelip onu oturduğu balkon
parmaklıklarından çekip hızla yere savurdu ve gitti. Bu anı yorgun
zihnimin hayal etmiş olabileceğini düşündümse de hâlâ birçok
yaşanmışlığı kesinleşmiş anımdan daha gerçekçi gelmekte. Uzun bir
süredir evinin pencereleri kapalıydı. Şimdi nerede bilmiyorum. Her
nerede olursa olsun, umarım o akşam yaşanmış ya da yaşandığını
sandığım şey asla tekrar olmamış ve hiç başarıya ulaşmamıştır. İntihar
etme ihtiyacı içinde olan kişilere karşı pozitif bir ayrımcılığım var.
Onları istemsizce diğer insanlarla aynı kefeye koyamıyorum. Kendimi
Bilek Kesenler filminde gibi hissetim ve çevremde gördüğüm herkesin
aslında birer ceset olduğuna kendimi ikna etmeye çalıştım. Ve bir anda
aklıma bir fikir geldi. Bir soru demek daha yerinde olur sanırım:
Janet'i bu duruma iten ne olabilirdi? Bu hayatın cezası olduğu hangi
suçu işlemiş olabilirdi? Elbette kimseye durduk yere böylesine bir
hayat verilmezdi. Bir şekilde, bir zaman diliminde bunu hak etmiş
olması gerekirdi. Kendi benliklerimizden birinin işlediği suçu kendi
kabahati olmasa bile diğerleri de çekiyorsa benim hayatımda -ve
elbette ki başkalarının hayatında- önlerine çıkan zor durumlarının
sebebi de bu olabilir miydi? O zaman ben hangi kendimin cezasını
çekmekteydim?
"Sen!"
Mor kafalı ve rastalı kız kendisine seslenen gardiyana döndü. "Ben mi?"
"Evet, sana konuşuyorum. Duymuyor musun? Kalk hadi gidiyoruz."
"Nereye?"
"Saçma sorular sorup durma, bal gibi de biliyorsun cevabını: Her zaman
gittiğimiz yere!"
Her zaman gittikleri yer panik odasıydı. Korku incelemesinde dar ve
karanlık alanlar pozitif çıktığından ona panik odasında biçilen ceza
buydu işte. Kız söyleneni yaptı ve ilerlemeye başladı. Döndüğünde
gittiğindekinden çok daha sakindi ve bu sakinlik beni tedirgin
ediyordu.
"İyi misin? Kötü görünüyorsun. "dedim.
"Kötüyüm," dedi ,"ben zaten hep kötüydüm."
"O anlamda sormamıştım."
"Peki sence hangisi daha kötü olurdu; bir canavar olarak yaşamak mı,
yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi ?"
"Bilmiyorum."
"Bu soruyu hiç düşünmemişsen hiç o canavarlığı tatmamışsın demektir,
hiç o seçimi yapmaya itilmemiş..."
Ne dediğini çoğu zaman anlamazdım. Kafası hep biraz dumanlı olur ve
gerçekle kafasındakiler arasında gidip gelirdi.
"Arzu ettiğin şeyler, beklemekten vazgeçtiğin anda gerçekleşir. Bu;
hayatın 'sen bakarken soyunamıyorum' deme şeklidir," dedim ,"belki de
sadece iyi olmayı o kadar da çok arzulamamışsındır ya da hep arkanın
dönük olduğu zamanlarda ıskalamıştır seni."
"Neden her şey geçerken çarpmak zorunda ki?"
"Tam anlamıyla geçebilmesi için. Yoksa yarım kalır."
"Gitmesinden iyidir."
"İnan bana, sevgili dostum, değildir. Bir şeyin tamamıyla sana ait
olduğunu ya da olmadığını bilmek ikisinden birinden asla emin
olamamaktan iyidir."
Hücrelerimiz yan yanaydı. Onunla her gün konuşurduk. Yüzünü hiç tam
olarak görmemiştim. Onu götürdüklerinde kafasına bir çuval
geçirirlerdi. Sadece mor saçlarını seçebilmiştim. Elini
parmaklıklardan çıkararak dışarı uzattı. Ellerini tuttum.
Hiç de size uygun olmadığını düşündüğünüz bir insana istemsizce
duyduğunuz sevgi ve bağlılığın sebebi önceki hayatlarınızdan birinde
onunla aynı kaderi paylaşmış olmanız olabilir miydi?
"Urban! Seni burada görmek ne güzel, eski dostum."
"Buraya seninle konuşmaya gelmedim, Matris. Derhal Utera'yı görmek istiyorum."
"Peki ama neden?"
"Çünkü kendisi benim boyutumun kaderiyle oynadı."
"Bu büyük bir suç. Onu ne cüretle böylesine bir suçla itham edersin?
"Bu dramatik cümlelerini eğer olacakların seyri değişirse asıl o
zamana saklı, Matris."
Matris söylenerek Utera'yı bulmaya gitti.
"Efendim, Urban, sizinle görüşmek istiyor."
"Urban..." Utera birlikte çok fazla anısının olduğu bir insanın adını
böylesine bir ciddiyetle duyunca hissedilen o kestirilmezlik ve
öngörülmezlik anının tedirginliğiyle olduğu yerden kalktı. "Ne olmuş
ona?"
"Lapis... Gönderdiğin hediye onu dönüştürdü."
"Hangi hediyeden bahsediyorsun sen?"
"Kurulun gönderdiği... Başarılarının karşılığı olarak geçmişi görebilen kamera..."
"İyi de biz öyle bir hediye göndermedik ki!"
"O zaman..."
"Lanet olsun!"
Hızlı adımlarla ilerliyordum. Adımlarım koşma temposuna geldi ve
sonunda kan ter içinde kalsam da otobüse yetişmeyi başaramadım. Ben de
çaresizlikle tüm harçlığımı taksiye vermem gerektiği gerçekliğiyle
yüzleşmeye çalışarak durağa doğru ilerledim. Çünkü sonraki saati çok
geçti ve o kadar geç kalmam son zamanlarda pek de parlak olmayan aile
ilişkilerimizi iyice enkaza çevirebilirdi. Lisede kiminki mükemmeldi
ki zaten?
"Pardon!" İlginçtir ki taksici beni gördü. Bu dünyanın kötü- iyi
dengesi gereği bana geçmek zorunda olduğu bir kıyak olmalıydı. İğrenç
geçen bir günün ardından tam da olması gereken anda gelen taksici...
Adama selam verip içeri geçtim ve gideceğim yeri söyledim.
İyimserliğimden o da etkilenmiş olacak ki yüzüne kocaman bir gülümseme
yerleşti. Gülümsemesi olması gerektiğinden uzun bir süre devam edince
tedirgin oldum.
"İyi bir gün müydü?"
"Bana mı konuşuyorsun?"
"Şey, evet..."
"Aslında bu iyi bir günden ne beklediğine göre değişir."
İnsanlarla konuşmayalı herkes filozof olmuş demek...
"O zaman gün ve iyilik algısı size ait olduğuna göre iyi bir gün müydü
diye sorduğumda iyinin niteliklerini karşılaması için sizin
standartlarınızı temel almış olmam gerekir."
Yüzüme baktı. Şimdi tebessümü gitmişti. Ben gülümsedim. Saç kesiminin
bana nereden tanıdık geldiğini düşünmeye başladım. Sonra bir anda
kafamda bir şimşek çaktı.
"Sinemaya gitmek ister misin, Travis?"
İsmini tanımadığı birinden duymanın verdiği dehşet hissiyle bana baktı.
Elimizde patlamış mısır ve kolayla sinemanın girişinde oturmuş etrafı
izliyorduk.
"Hey Travis, hiç insanlar hakkında düşündün mü?"
"Düşünmek sakıncalı bir iş, tatlım... İnsana aklını oynattırabilir."
"Böyle bir dünyada kim bütünüyle sağlıklı olmak ister ki? Hadi ama! Bu
bok çukurunu biraz olsun yaşanabilir kılan ara sıra da olsa ipleri
gevşetip dibe doğru süzüldüğümüz anlar değil mi? Hiçbir şeyin
kontrolünün sende olmadığını hayal et... Karanlıkta öylesine düşüyorsun,
artık bir adım yukarı çıkabilmek için tırnaklarını aşındıran, kendini
parçalayan sen, o sen değilsin. Sen şimdi yalnız bir kâğıt parçasının
bile rahatlıkla yerine getirebileceği basit bir görevi üstlenmiş
herhangi birisin. Kim olduğunun önemli olmaması nasıl bir histir bilir
misin, Travis? Yaptığın hiçbir şeyin bir anlam ve önemi olmaması ve
senin bunun bilincinde olman nasıl bir histir bilir misin?"
"Benim bildiğim tek şey yalnızlıktır, hayatım. Yalnızlık beni tüm
hayatım boyunca izledi, her yerde. Barlarda, arabalarda,
kaldırımlarda, dükkânlarda, her yerde... Kaçış yok. Ben Tanrı'nın
yalnız adamıyım."
"Beni asıl hüzünlendiren kalabalık insanlar, Travis. Yalnız insanların
daima bir ortak noktaları olur. Bu her zaman böyledir. Onları toplasan
bir araya oradan ne hikâyeler çıkar! Ama kalabalık insanlar!
Birbirlerine söyleyecek tek kelimeleri yoktur onların. Eğer yeteri
kadar süre çevrelerinde olay olmazsa nasıl da hemen çaresizce bir
trajedi arayışına girdiklerini görebilirsin. Bu insanlar beni
güldürüyor, onlar ve bu tek kişilik kalabalıkları bana kalitesiz,
ikinci sınıf bir vodvili hatırlatıyor."
Kolalarımızı tokuşturduk.
"Bir gün öyle bir yağmur yağacak ki caddedeki bütün pislikleri temizleyecek."
Güldüm. "Travis..."
"Evet?"
"Annemler haber vermeden eve geç geldiğim için çok kızacak."
"Yardım edebileceğim bir şey var mı?"
"Hayır, sadece buradaki gülünç duruma dikkat çekmek istedim. Yani şu
denge... Bana gülümseyen yaşlı kadın eğer bir anda çantasını alıp
kaçarsam bana hakaretler yağdırır ama şimdi gülümsüyor. Bu çok saçma.
Neden her şey eylemlerimize bağlı? Ben tanımadığım ve üzerimde hiçbir
etkisi olmayan birine de nefret veya sevgi duyamaz mıyım? İlla
karşılıklı bir fiil mi gerçekleştirilmeli? Hani duygular soyuttu?"
"Hâlâ soyutlar, tatlım. Sadece senin kafan somutla soyutu ayırt
edemeyecek kadar güzel."
"Ben uyuşturucu kullanmam, Travis. Ben uyuşturucunun kendisiyim."
"Küçük sürrealist alıntılar..."
Salvador Dali alıntılarını bilebilen, bir kült filmden çıkmış taksi
şoförüyle hayat hakkında kısa bir süre konuştuktan sonra hayatın
anlamsızlığına bir kez daha teşekkür edip evin yolunu tuttum ve Robert
de Niro'nun muhteşem bir performansını tabancama hapsetmek zorunda
kalmanın hüznüyle eve girdim.
"Senin sıran"
Yüzüme çarpan suyun soğukluğuyla irkilerek uyandım. Hayal ettiğim
uyandırılma anı değildi elbette bu ama şu an kendime gelebilmem için
olması gerekendi. Gözlerimi araladım. ECT'den yeni çıkmış olmanın
verdiği bitkinlik haliyle her şey bana olduğundan çok daha uzak ve
yavaş görünüyordu. Sanki bir dönme dolabın içindeydim, o hareket
ediyordu ama ben onu izliyordum. Evet, durumum böyle tarif
edilebilirdi: Dünya döndüğü için siz durduğunuzda aslında durmamış
olursunuz ve bir cismin duran bir cisim olarak kabul edilebilmesi için
kendine zıt yönlü uygulanan iki kuvvetin birbirini dengelemesi
gerektiğinden aslında dünyanın döndüğü yönün aksine gitmek–dünyanın
dönüş hızıyla eşdeğer bir tempoda- bizi tam olarak duran biri yapar
mı? Yani gerçekten durmak için hareket mi etmek zorundayız? Şimdi de
dünyayı içine alan başka bir küre düşünelim ve bu küre de Dünya'nın
tersi yönüne doğru dönsün. Sonra hepsinin canı cehenneme diyelim de
dönme dolabımızın kabinine oturup lunaparktaki insanları izleyelim. Ve
Evreka! Alın size gerçek mutluluk. Dünya'nın hangi yöne ne kadar
süratte ve hangi zaman diliminin içerisinde gittiği de bu faaliyeti ne
halt yemeye yaptığı da zerre kadar umurumda değildi. Bana verilen
sakinleştiricilerin dozu o kadar fazla ve tesiri o kadar güçlüydü ki
yeteri kadar yüksek sesle ve sürekli söyleseler Dünya'nın ben olduğuma
bile inanabilirdim. Beni hücreme geri kapattılar. Yanımda adını
bilmediğim mor saçlı kız vardı.
"Sence ben deli miyim?" dedim.
"Kime göre?" dedi.
"Birilerine göre işte, nereden bileyim... Genel delilik standartlarına
göre birinin resmi olarak kafayı yemiş kabul edilmesi için ne gibi bir
formül ya da hesaplama gerekiyor?"
"Deliliğin somut bir tanımının olması gerekiyor."
"Einstein, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek
olduğunu savunuyor. Orwell, tek kişilik bir azınlık olduğunu iddia
ediyor. Nietzsche, halk arasında ve çağlarda kurallaşabileceğini
söylüyor. Goethe'nin gezegenimize tımarhane gözüyle baktığı
düşünülürse onun da insanlarımız hakkında pek iç açıcı yorumları
olduğunu düşünmüyorum."
"Peki o zaman ne bu delilik? Durup dururken nereden çıktı?"
"Delilik gezegenimizin pi sayısıdır, hayatım. Bazıları onu üç kabul
ederek işin içinden çıkarlar ve o şekliyle kurguladıkları problemleri
yaygınlaştırarak diğer sayıların da algılanış biçimini değiştirirler.
Bazıları virgülden sonra bir iki basamak da ekleme nezaketini gösterir
ve doğrusuna biraz daha yaklaşır. Ama tıpkı pi sayısı gibi deliliğin
de bir sonu yoktur ve biz sadece biraz daha detaylandırarak onu
anlamaya çalışırız. Pi sayısını üç alanlar, deliliği o filmlerde
gördüğümüz saçı sakalı birbirine karışmış yaşlılarda, eli testereli
kahkahalar içinde gezen katillerde arayanlardır. Bu düpedüz
tekleştirmedir. Siz tam olarak bilmediğiniz bir şeyi tümevarım
ilkelerine dayandırarak acizce kuramsallaştırırsanız biz de elimizde
istisnalarla bir gün şükran gününde kapınıza geliverir, boğazınıza
sarılırız."
"O tümevarım değil miydi?"
"Bilirsin, şu hindili Russell hikâyesi..."
"Kişide X karakter özelliği vardır. Kişi bir delidir. O zaman tüm X
karakter özelliğine sahip kişiler delidir."
"İşte demek istediğim bu. Bunlar... Saçma ve oldukça da yanlışlanabilir
ama herkes doğru kabul ediyor işte!"
"Herkes kafayı yemiş."
"Bildiğim tek gerçek, Dünya'da iki çeşit delinin olduğu: Kendisine
deli denenler ve onlara deli diyenler."
Birbirimize gülümsedik.
"Hem geç geliyorsun, hem tek kelime etmeden odana çekiliyorsun.
Üstüne üstlük nerede olduğunu söyleme zahmetinde bile bulunmuyorsun.
Gerçekten bizden tam olarak ne istiyorsun?"
"Beni yapmakla suçladığın her şeyi yaparken biraz huzur"
Tek kelime etmedi ve yutkundu. "Rehber öğretmenin beni aradı. Bu
aralar okulda dalgın olduğundan ve senin için endişelendiklerinden
bahsetti."
"Evet, intiharım onlara para ve prestij kaybına yol açar da ondan."
"İntihar mı? Sen neden bahsediyorsun, Novak? Henüz... Henüz on altı
yaşındasın. Hayat hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Bu kadar güçsüz
olamazsın."
On yedi yaşında ölecek birine göre oldukça yaşlıydım.
"Dediğim gibi, odama gidiyorum."
"Hayır, gitmiyorsun. Konuşacağız."
"Zaten konuşuyoruz. Sadece sen bunu bir iletişimden saymıyorsun çünkü
söylediklerini onaylamıyorum. Ama eğer yanıtlarım seni korkutuyorsa, o
zaman korkutucu sorular sormaktan vazgeçmelisin."
Tarantino burada olsa ona yaptığım bu saygı duruşu için bana dolu bir
tabanca verir ve bitir işini derdi.
"Benim küçük bebeğime ne yaptın?"
Tanrı aşkına, insanın ölümüne bu kadar az kala da üstüne bu kadar
varılmaz ki! Sabret işte, sadece bir yılım kaldı.
"Ben... Korkuyorum."
"Neden korkuyorsun, tatlım? Bana her şeyi anlatabilirsin."
Şimdi iyi bir oyunculuk performansının tam sırasıydı. Gözümden bir
iki damla yaş akıtıp yere çömeldiğim sırada aklımdan hemen bir
strateji belirlemeye çalıştım.
Urban, tedirginlikle Utera'ya doğru yöneldi. "Ne yapacaksınız? Ona
tekrar hafıza sıfırlama programı mı uygulayacaksınız?"
"Belki kaos olacağını öngördüğümüz takdirde imha etme ya da alter ego
departmanına yollayabiliriz."
"Alter ego departmanı mı? Onun sizin için ne kadar eşsiz olduğunun
hepimiz farkındayız. Onu bu şekilde küçültebileceğinizi sanıyorsanız..."
"O tehlikeli, Urban. Bunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Şimdilik
olacağının tamı tamına zıt bir davranış göstermesi öyle olmayacağı
anlamına gelmiyor."
"Bilincini sildiğiniz takdirdeyse yine diğer boyuttaki Lapis'ler
etkilenecek. Bir tane daha silim işlemini kaldırabileceklerinden emin
misiniz?"
"Bunu deneyip göreceğiz. Şu an için önceliğimiz onun anı kaydını
incelemek ve uygun bulduğumuz bir tanesine bu anıyı göndererek hayal
gördüğünü sanmasını sağlamak."
"Bu onda bir etki bırakacak mı?"
"Halsizlik, belki biraz baş dönmesi ve melankoli... Ama diğer sonuçlar
düşüldüğünde bunlar oldukça hafif kalıyor."
"Korkarım ki haklısın."
"Peki bunu nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Aklındaki taze bir anıyı
geçmişe rüya olarak gönderebilmek için ona bir kırılma yaşatmanız
gerekiyor."
"Şu an için bu kırılmaya uygun bir evren var. Bir akıl hastanesinde
hasta olarak kalıyor. Yanında kalan hastayla samimi bir ilişkileri
var. Onu, zihnine giden yolda bir manipülatör olarak kullanmayı
düşünüyoruz."
"Lütfen ona zarar vermeyin. Onun benim için değerini biliyorsunuz."
"Biliyoruz."
Kapıları yumrukluyor, duvarları tırmalıyordum. Karanlıktı. Nerede
olduğumu bilmiyordum. Kendimi engizisyon mahkemesince suçlu bulunmuş
olduğu halde suçunu daha kendisi dahi bilmeyen bir Edgar Allan Poe
karakteri gibi hissediyordum. Deniz Feneri... Son getirildiğim yerin
orası olduğunu hatırlıyordum. Ya da anım o yöndeydi. Nerede
olabileceğimi düşündüm. Başını hatırlamadığıma göre bu gerçek olan
değildi. Şu anki ben, içinde bulunduğum ben, gerçek ben değildi.
Sadece şu an yaşanmakta olan zaman diliminde canlandırdığım karakterdi
bu ben. Oysa gerçek ben buraya ait değildi. Bunu iliklerime kadar
hissedebiliyordum ve bu his bana rahatsızlık veriyordu. Kurtulmak
istiyordum. Etimi kemiklerime kadar sökmek ve bu şekilde bu bedenden
kurtularak özgürleşmek istiyordum. Gerçek kendimi kafese kapatılmış
vahşi bir kaplan gibi görüyor ve tükürükler saçarak çıkabilmek için
bir yol, bir çare arıyordum. Kapı açıldı. Kel kafalı, papyonlu bir
adam içeri girdi.
"Merhaba Andrea"
"Andrea mı? Onu tanımıyorum. Ben Andrea değilim."
"Ah öyle mi?" Alaycı bir tavırla bana yaklaştı. Elimdeki kelepçeler
beni onun gözlerini sökmekten alıkoyuyordu. "O zaman hadi söyle bana...
Kimsin sen?"
"Andrea değilim."
"Öyle mi kim olduğunu bilmiyorsan, kim olmadığını nereden biliyorsun?"
"Neyi bildiğimi bilmiyorum."
"Ne kadar bilgece bir itiraf... Neyi bilmediğini bilseydin sana
baldırgan otu içirmek zorunda kalabilirdim."
"Benden ne istiyorsun?"
"Kararlılığını. Sen tahtası eksik ruh hastasının tekisin. Bunu kabul
ediyor musun?"
"Etmiyorum."
"Ediyor musun?"
"Etmiyorum."
"İyi... Sen bilirsin. O zaman arkadaşını öldürmek için geçerli bir
sebebin olduğunu varsayıyorum."
"Hangi arkadaş?"
"Yan hücrende kalan arkadaşın tabii ki..."
"Ama o..."
"...Gözlerini yerinden çıkarmış, yemek borusuna paspas sokmuşsun. Sizi
bulduğumuzda midesini parçalıyordun."
"Ben... Ben böyle bir şey yapmadım, ben değildim o."
"Andrea... Elizabeth Bathory ya da Frida... Adın her ne olursa olsun
hayatım, ne yaparsan yap, yaptığın şeyi bilinçsizce ve nedensizce
yapabiliyor olman tedirgin edici."
"Ben deli değilim! Değilim diyorum size!"
Kapı açıldı. İki hemşire giysili adam bir sedyeyle geldi. Sedyenin
üstünde üstü örtülmüş bir şey vardı. Bu şeyin düşündüğüm şey
olmadığını umdum.
"Onu görmek ister misin?"
"O gerçek değil."
"Emin misin? Yoksa abartılı derecede dehşet verici olduğundan
gerçeklik anlayışını mı kaybettin?"
"Ben... Bilmiyorum, emin değilim."
"Harika" örtüyü kaldırdı. Onu gördüm. Bekledim. Bekledim ve kel adamın
ayağına çıkardım. Yere çömeldim. Titriyordum. "Kendisi işinde uzman
bir psikologdur. Burada arkadaşın rolü yaparak sana yardımcı olmak ve
daha rahat bir ortam sağlamak için vardı. Zavallı bu hale geleceğini
bile hiç bu işlere kalkışır mıydı?"
Ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece titriyordum. Dehşetle ve kesinlikle
doğru bildiğim hiçbir şeyden emin olmadan. Artık güvendiğim hiçbir şey
kalmamıştı. Tamamen... Savunmasızdım.
"Senden bir cevap bekliyorum, Novak!"
"Özür dilerim"
"Ne? Ne dedin?"
"Özür dilerim. Her şey için... Yaptıklarım, yapmayı planladıklarım... Her
şey... Seni seviyorum, sen benim annemsin ve siz benim ailemsiniz. Sizi
hayal kırıklığına uğrattığım ve en kötüsü de bunları yaparken sizi hep
karşımda, savaşılan bir düşman askeri gibi gördüğüm için. Siz bu
dünyada güvendiğim tek şeysiniz. Cezama razıyım, yeter ki beni
bırakmayın."
Gözyaşları ve nefes aralığı vermeden konuşarak annemin boynuna
sarıldım. Afallamıştı. Benden tam olarak ne beklediğini bilmiyorum ama
beklediğinin bu olmadığına emindim. Ben de kendimden beklemiyordum
aslında. Neden bunu yapmıştım ki? O duygu patlamamın sebebi neydi?
Hatırlamıyordum. Sadece uzun bir süredir ailemle geçirdiğim en keyifli
ve mutluluk verici akşam olduğunu hatırlıyorum.
"İşlemi yerine getirdiniz mi?"
"Evet. Şu an için yine savunmasız konumda, Urban."
"Yeniden tehlikeli duruma gelecek."
"O zamana kadar bütün yapabileceğimiz bu. Eğer onu..."
"Asla."
"Ben de öyle düşünmüştüm. O halde onu tetikleyen bu şeyin kaynağını
bulmamız gerekiyor."
"Bunun için çalışıyorum."
"Onunla yakın temasta mısın?"
"Evet, onu izliyorum."
"Hangisini?"
"Novak Smith'i"
"İyi, izlemede kal. Biz de araştırmamıza devam edeceğiz."
"Anlaşıldı."
Tim ile kapının girişinde oturmuş, karşı evi izliyorduk.
"Bazen onun hayatını çok merak ediyorum. Demek istediğim... Onu neyin bu
hale getirmiş olabileceğini..."
Neden bilmiyorum ama hiçbir ortak noktamız ve muhabbetimiz olmamasına
rağmen Janet'e karşı garip bir yakınlık hissediyordum.
Sebebinin başka bir evrende onu vahşice öldürmüş olmanın getirdiği
pişmanlık duygusundan kaynaklandığı ve onun hayatını bu denli çekilmez
yapanın kendilerinden birinin başka bir evrende masum bir kızı
delirtmek için özgürlüğüne kavuşmak adı altında bencilce yalan söyleyip rol yapması olduğunu nereden bilebilirdim?

ŞİMDİ OKUDUĞUN
COSTIME
Ficção CientíficaSıradan bir lise öğrencisi olan Novak Smith'i diğerlerinden ayıran tek şey bir aile dostlarının işlettiği kostümcü dükkanındaki kıyafetler sayesinde evrenler ve zamanlar arası yolculuk edebilmesidir.