BÖLÜMDE KULLANILAN FİLMLER:
-The Curious Case of Benjamin Button
-Seven
-Fight Club
"Hasta gibisin, her şey yolunda mı?"
"Evet, gerçekten o kadar kötü mü görünüyorum?"
"Seni böyle görmeye pek alışık değilim."
"Aslında iyiyim sanırım, yani uzun zamandır çok iyi olmadım ama bu
kötü olduğum anlamına mı gelir ki?"
"Bilmem..."
"İkimiz de rezil durumdayız, bunu açıklığa kavuşturalım."
"Kendi hastalıklı dünyana benim peri masalımı karıştırma."
"Bazı insanların göründükleri kadar mutlu olmalarını isterdim."
"Ben de mutlu oldukları kadar görünebilmelerini. Arasında fark var anlarsın ya..."
"Bir ihtiyara mutlulukla ilgili ukalalık taslama, ufaklık."
"Sanırım haklısın, biraz ileri gittim... Ama demeye çalıştığım... Yani bu
işte bir terslik var. Maymunlar gibi insanların mutluluk algısı da
evrime uğradı sanki."
"Bu mümkün. İnsanlar değiştikçe mutluluğu başka yollarla elde etmeye
çalıştılar. Belki mutluluk dediğimiz her zaman aynıydı. Sadece biz bir
ağaç gibi göğe yükseldikçe köklerimizden uzaklaştık."
"Her zaman söylerim, zaman iyi bir şey değildir. Sürekli insanın
aleyhine işler. "
"Sanırım haklısın. Zamanla ilgili söylediklerinle bir ihtiyardan onay
alabilecek kadar ne yaşadığını merak ediyorum."
"Yaşamak demode oldu, Urban. Artık herkes taklit ediyor. Ben de acı
dolu romantik bir melankoliği taklit ediyorum işte. Bak, seni bile
kandırdım işte!"
Konuşma uzadıkça uzuyordu. Buna karşılık derinlerde çekmekte olduğu
acını baki olduğunu ve her ne kadar daha iyiyim dese de iyi olduğunu
söylemek ile iyi olmanın arasında fark olduğunu bilebildiğimden, hiç
değilse artık birbirinin aynısı olmadığını bilerek mesafeli
yaklaştığımdan bunu görebiliyordum. Mutsuz olmakta haklıydı. Yaşlı ve
yalnızdı. Onunla çalışmaya başlayana ve birlikte bu kadar uzun zaman
geçirene denk bu kadar iyi anlaşabileceğimizi tahmin etmemiştim.
Sevdiğiniz insanlar hayatınıza bir anda ve habersizce girerlerdi.
Onlardan nefret etmenize sebebiyet verecek kadar kalmazlardı bazen.
Bazen haddinden fazla kalırlardı ve bir makinenin bir zamanlar tam da
ihtiyacı olan parçası gibi aklınızda yer edinir, yıllar geçtikçe de
gitgide varlığı rahatsızlık vermeye başlardı. Ondan kurtulmak
istediğiniz bir fazlalığa dönüşüverirdi. Buna karşılık, bir azınlık da
olsa tam gerektiği kadar kalanlar olurdu. Onlar gitmesi gereken
zamanları bilirler ve tam yerinde hayatınızdan çıkıp giderlerdi. Bir
kıymık parçası gibi, bir süre ikinizin de istemi dışında bir
birliktelik anın ardından çıkması gerektiği anda çıkıp giderdi. Bir
daha o kıymık hakkında düşünmenize gerek kalmazdı... Bazı durumlarda ise
fazlasıyla derine batarlardı. Ancak o zaman onları unutmak zaman
isterdi. Ama şimdilik on altı yaşındaydım ve bu uzun cümlelerin hiç
biri umurumda değildi. Ben de Urban'ı mutlu etmenin bir yolunu bulmaya
karar verdim. Evden çıkıp Patrick'i aradım. Abaküs ile beni almaya
geldi ve her zamanki kafede buluştuk.
"Sorun ne, Novak?"
"Sorun Urban. O... yaşlanıyor."
"Bu yeni bir şey değil. Evrenin yaratılışından beri canlıların büyük
bir çoğunluğu bunu yapıyor."
"O şekilde değil. Demek istediğim... Depresyonda. Bazen yaşlılar
yaşlandıklarını fark ederler. Sanki fark etmeseler hâlâ dünkü taze
gençliklerini koruyabileceklermiş ve suçlu zaman değil de
kendileriymiş gibi gelir. Böylece sebebinin kendi istekleri
doğrultusunda gerçekleştiğine kendilerini inandırırlar. Sanki öyle
istedikleri için öyle olmuştur ve bu geri alınabilir bir durumdur..."
"Yaşlıları iyi tanıyor gibisin."
"Keşke insan dünyaya kullanma talimatları ve yönergeleri elinde gelse.
Anlarsın ya, böyle bir anda değil de alıştıra alıştıra. Bu mümkün
olabilir mi?"
"O zaman hiçbir şey eğlenceli olmazdı ki! Hayat beleşe tecrübe edinme
yeridir. Ömrümüzde tam olarak bize ait olan tek şey tecrübelerimizken
hayatın bize sunduğu bu yegâne hediyeden de bizi mahrum bırakmak pek
akıllıca gözükmüyor."
"Sanırım haklısın... Keşke yaş tecrübeyle ilişkili olmasa..."
Bir anda kafamda bir şimşek çaktığını hissettim. Yüzüm aydınlanmıştı.
"Ne? Ne oldu şimdi?"
"Sanırım onu nasıl mutlu edeceğimizi biliyorum Patrick..."
"Nasılmış?"
"Benjamin Button!"
"Şu ihtiyar delikanlı olan mı?"
"Hayır... Yani evet ama o kelimeleri seçmezdim ben. Her neyse, eğer onu
bir şekilde kostümü giymeye ikna edersek hayatın rutin akışının
önemini anlayabilir. Böylece bu yaşlanma krizini de atlatır."
"Bilmiyorum, Novak... En son ondan habersiz kostümleri karıştırdığımızda
sonumuz pek de iyi bitmemişti."
"Hey, aşk ve gurur filminin zombili versiyonun çıktığını nereden bilebilirdim?"
"En son Bay Darcy tarafından sindirilmek üzereydim ve tek istediğim
biraz olsun aşk acısından kurtulabilmekti."
"Her neyse, dediğim gibi, o zamanlar tecrübesizdik. Şimdiyse sistem
hakkında az çok bir fikrimiz var, öyle değil mi? Hem ben hiç
sürprizlerin önceden söylendiğini duymadım."
"Bilmiyorum."
"Lütfen"
"Peki"
"Peki mi?"
"Evet, yani kabul etme ve hayıflanma ünlemi gibi."
"Bu kadar çabuk mu? Hiç ısrarcı değilsin."
"İşte bu yüzden otuz iki yaşında film karesinde olmadığı sürece
insanlara ilgi duymayan bir ergenle bir bunak için çalışıyorum."
"Bu oldukça kırıcıydı."
"Umurunda değilmiş gibi davran ve arkamdan sessizce benden nefret et,
olsun bitsin."
"Sanırım haklısın, günümüz ilişkilerinde hep gülünç bulduğum bir şey
bu: İki kişi birlikteler ve aslında ikisi de birbirini sevmiyorlar.
Böyle zamanlarda aradaki o neden olmak istiyorum. Anlarsın ya,
birbiriyle hiç alakası olmayan ve hatta birbirlerine gizli bir nefret
beseleyen iki insanı bir arada tutan o bağ olmak..."
"Evlilik bağı gibi mi?"
"İşte seni bu yüzden seviyorum, Patrick."
Güldük. "O zaman şimdi ne yapmamız gerekiyor?"
"Şimdilik okula gitmem gerekiyor. Çıkışta dükkana gelecek misin?"
"Belki, emin değilim."
"Bir randevun mu var yoksa?"
"Sadece ek işler işte. Yarın okulda bir sunum varmış, slaytlara ve
ışıklara falan bir göz gezdirip belki prova alacağız."
"Bizim dersten gidiyor mu?"
"Sanırım."
"Şükürler olsun."
"Okulda derse girmek için para ödeyip sonra derse girmeyince mutlu
oluyorsunuz."
"Günümüz insanın yaptığı her şey yüksek sesle söylendiğinde gülünç duruyor."
Abaküs'e binip okula gittik.
Dersler sıkıcıydı. Tanrı aşkına, ne zaman eğlenceli oldular ki? Ama
hayır, bugün ayrı bir nefret vardı içimde ve bu dün daha az nefret
dolu olup bugün daha çok olmamla da ilgili değildi. Her gün daha
farklı tür bir nefret besliyordum işte. Bunun başlıca nedenlerinden
biri de sınıfımdakilerdi şüphesiz. Sanki ayakkabı kutusuna koyulmuş
deney fareleri gibi oradan oraya amaçsızca koşuşturuyorlardı. Bense bu
hallerini oldukça gülünç buluyordum. Onun dışında öğretmenlerin
gözünde film başlayana kadarki reklamlardan farksızdık. Tek
istedikleri bizden olağanca hızla kurtulup asıl filme –emekliliklerine
geçmekti. Arada tek tük ilgilerini çeken gelecek program dışında hiç
birimizin önemi yoktu. Buna karşılık, bir şekilde de olsa bazılarına
biraz sempati duymadığımı da söyleyemem. Edebiyat öğretmeni Hawking
gibi: Ona "Sözcüklerin Kozmoloğu" derdik. Bana hâlâ bir şekilde de
olsa Bay Keating'lerin var olabileceğini ispatlayan adamdı o. Ama
proje ödevimizde beni Karl ile eşleştirdiğinde birden ona olan
hislerimin hepsi sönüp gitmişti.
"Bayan Smith ve... Karl!"
Sınıfın tüm kızlarının o rahatsız edici bakışlarını üstümde
hissediyordum. Hepsi de benim yerimde olmak için beni boğazlamaya
dünden razıydı. İsteksizce onun yanına geçtim. Ne hakkında konuşmam
–veya konuşmamam gerektiğini bilmiyordum-. Sadece sessizce
oturuyordum. Sanki varlığımı yeni fark etmiş gibi göz göze
geldiğimizde orada olmam ona çok ilginç gelmiş gibi baktı.
"Sen burada mısın ya?"
"Ben de onun cevabını bulmaya çalışıyorum."
"Komikmiş."
Bu liseli ve bol romantik komedi zırvalıklarıyla büyümüş bir genç
kızın rüyası değilse olacak olan şuydu: Tüm ödevi bana yaptıracak ve
teslim gününden bir gün önce ona çalıştırmamı isteyecekti. Olayı
dramatize etmeye gerek yoktu. Daha önce de bir iki kere aynı gruba
denk gelmiştik. Hayalperestliğe mahal yoktu.
"Ne yapacağını biliyorsun, Smith."
"Özeti mesajla mı atayıp eposta adresine mi?"
Gülümsedi. Aynı, değişmez kendi bir şey sanan ukala zavallıca surat.
"Sen iyi bir proje arkadaşısın."
"Ne demezsin."
Zil çalınca dağıldık. Bay Hawking beni yanına çağırdı.
"Novak!"
"Buyurun, efendim?"
"Projeden memnun musun?"
"İçerik olarak mı yoksa sosyal açıdan mı?"
"Hangisi hakkında söyleyecek bir şeyin varsa"
"Açıkçası Karl'dan daha iyi takım arkadaşlarım da olmuştu."
"Herhalde bunu yapmakta bir amacım olduğunu sezmişsindir."
"Yani, bazı tahminlerim var."
"Mesela?"
"Ben yaratıcıyım ve göreceli bir zekâm var. Karl'da bunların ikisi de
yok. Yani en azından aktif olarak kullanılmamakta... O sebeple
olabilir."
"Aslında sınıfta kalmasından koruyorum. Bildiğin üzere bu dersten
kalırsa sınıf tekrarı var ve o haklarını doldurdu. Ama sende –dediğin
gibi- ona yardım edebilecek bir ışık görüyorum."
"Sonunda o benim ışığımın önünü kapatan bir gök cismi olmasın da"
"Eminim durumu idare edeceksindir. Ve elbette değerlendirmeni de ona
göre yapabileceğime güvenebilirsin."
"Pekâlâ, sanırım farklı bir şeyler denemek hoşuma gidebilir. Ama
sanırım zaten burada önemli olan benim fikrim değil, öyle değil mi?"
Üzgün bir bakış attı. "Korkarım ki hayır,"
"Projemizin bir konusu var mı peki?"
"Elbette! Sizden bir kulüp hayal edip kurallarını yazmanızı istiyorum."
"Nasıl bir kulüp?"
"Bilirsin, belli yükümlülükleri olan, elini sallayanın kapısından
giremeyeceği özel bir kulüp."
"Sanırım ne demek istediğinizi anladım."
"Detayları yarın konuşuruz, şimdi gitmem lazım."
"Harika, iyi dersler, Bay Hawking."
"İyi dersler, Novak."
Yemekhanede başıma gelen ilginç bir olaydan bahsetmek istiyorum:
Iris. Onunla daha önce karşılaşmamıştık. Okulda birkaç kere görmüş
olmakla birlikte hiç birebir konuştuğumuzu hatırlamıyorum. O yüzden
yemekhanede tepsimle ilerlerken birden çelme çakıp beni düşürdüğünde
bunun sebebi hakkında düşünmeden edemedim. Aramızda beni sevmemesine
yol açacak denli bir yakınlık anı yaşanmamıştı. Geriye iki ihtimal
kalıyordu: Başka birine sinirlenmiş ve acısını benden çıkarmaya karar
vermişti ya da onunla alakalı olan birine bir şey yapmıştım. İnsanlara
pek bir şey yapmadığım düşünülünce ilk ihtimal daha olası geldi ama
sonradan küçük bir beyin fırtınası yapınca onun sürekli Karl'ın
çevresinde dolandığını ve hatta bir ara çıktıklarını hatırladım.
Projede benimle olduğu için bir şekilde kıskanmış olabilir miydi? Bu
ancak beni güldürebilirdi. Kendini benimle kıyaslayacak denli ezik
hissediyorsa bu onun problemiydi. Karl beni sevmezdi –daha doğrusu
sevip sevmeyeceği hakkında düşünmeye değer bulmazdı- büyük ihtimal
Iris'i de sevmeyecekti ama hiç değilse onunla takılması daha olasıydı.
İkisi de umurumda değildi açıkçası. Günüme farklılık kattıkları için
ikisine de teşekkür edebilirdim hatta.
"Kayıp eşya dolabından bir şeyler ister misin? Her yerin yemek kokuyor."
"Olabilir. Artık kokuya alışmış olmalı burnum. Hiçbir şey alamıyorum."
"Hadi gel"
Patrick beni kayıp eşya odasına götürdü ve oradan bir şeyler
bulabileceğimi söyledi. Teşekkür edip kendime uygun bir şeyler buldum.
"Kim yaptı bunu sana?"
"Mantıksız romantik ergenler ama kişisel değil. Benim yerime başka
biri olsa ona da yaparlardı. Ben bir kaybeden değilim yani."
"Demek ki bunun hakkında düşünmüşsün."
"Lisedeyiz. Herkes bunu düşünür."
"Sizi anlamak ne mümkün"
Okuldan eve dönerken Dominik ile karşılaştım. Dominik sevdiğim çocuk
ve evet lisede en sıra dışı karakterlerin bile basit dilekleri
olabilir: Bir gün onun beni sevmesi gibi. Ama şimdilik bu bir sır
olarak kalacak. Aslında geçen senelerde ona fena halde kafayı
taktığımı itiraf etmek durumundayım. Ama sonra ne olduğunu bilmiyorum,
hiç konuşmamaya başlamıştık. Gerçi daha önce de çok konuştuğumuz
söylenemezdi. Hatta konuştuğumuz bile... Her neyse, bana selam verdi ve
yoluna devam etti. Selamım bana fazlasıyla abartılı gelmesine rağmen
bazen başkaları tarafından anlaşılmayacak kadar küçük olabiliyordu ki
bu seferki de muhtemelen aynı duruma giriyordu. O yüzden biraz
hüzünlendim ve Kinimod ile konuşmaya başladım. Kinimod, Dominik ile
olan tutkulu hayallerimin imkânsızlığını anlamamın ardından türettiğim
bir alternatif karakterdi. Ona kimseye söyleyemediğim her şeyi
söyleyebilirdim çünkü o zaten hiç kimseydi. Yoktu ki!
"Tam bir zavallısın", dedi. O kadar tutkuyla, vurgulara bastırarak
söylemişti ki bunu, o an dünyanın en özgüvenli insanı olsam bile
darmadağın olurdum –ki değildim- Olağan özgüven kalıplarına bile
giremediğimden kendimden daha da tiksindim.
"Bir insanın varlığıyla ya da bu kadar üstüne gidilmez ki! Tamam,
itiraf ediyorum, bazen var olmak konusunda herkes kadar başarılı
olamıyorum ama bunun için nasıl suçlanabilirim, böyle olmayı ben
seçmedim ki!"
"Elbette sen seçtin. Yoksa herkes aynı kişi olurdu. Kendi kimliğini
herkes kendisi belirler."
"Buna kesinlikle karşı çıkıyorum. Bence özünde herkes aynı ama bu...
Yani, bu tıpkı farklı renkli camlardan aynı şeye bakmak gibi... Yeşil
bir camın ardından kırmızıyı olduğundan farklı görürsün, mavinin
ardından daha farklı, öyle değil mi? Yani, ben –özellikle şu aralar
insanları anlamakta büyük zorluk çekiyorum ve sebebi hakkında en ufak
bir fikrim bile yok. Eskiden daha kolaydı. Ya da belki ben daha
küçüktüm. Gerçi şimdi ne kadar büyüdüm ki? Ama eskiden umut vardı,
Kinimod. Eskiden insanlar birbirlerini sevdiklerini söylediklerinde
severlerdi. İstersen beni budalalıkla suçla ama hâlâ "Seni seviyorum"
diyen birine karşı savunmasız ve samimi hissediyorum ben. Ne bileyim...
Sanki altında yatan başka bir sebep olamazmış da aslında tüm
sebeplerin altında bir tek sevgi yatabilirmiş gibi."
"Bu son derece masum bir düşünce ama korkarım ki artık işler eskisi
gibi gitmiyor. İnsanların dikkatini çekmek için omuzlarına dokunmanız
artık yeterli değil, onlara bir balyozla vurmanız gerekiyor. Artık
kimse bir şeyleri sakince ve titizlikle yapamıyor. Herkes vahşi! Eğer
insanlar, sevdikleri onları sevmiyorsa, onları hemen oracıkta
öldürüveriyorlar. Aşk cinayeti! Kim inanır... Ve nefret için de bir
nedene gerek kalmıyor. "Senden nefret ediyorum ve sana dünyayı dar
edip hayatını cehenneme çevireceğim çünkü patronumun karısına âşığım"
ya da "Seni aşağılayarak intiharına neden olacağım çünkü her zaman
kullandığım tıraş losyonum piyasadan kaldırıldı."
"Eski insanlar bu dünyayı görse ne düşünürlerdi acaba?"
"Hemen kendi dönemlerine dönüp insanlara gelecekte kıyametin olacağını
söylerlerdi." Bunu söylerken gülüyordu.
"Belki de o tüylerimizi ürperten kıyamet olayı... Sadece geçmişten
günümüze yolculuk yapıp şimdiyi kıyamet sanıp geçmişe yanlış bilgi
ileten bir zaman yolcusunun yol açtığı bir dedikodudan ibarettir."
"Yaşamakta olduğumuz şeyin kıyamet olmadığını da nereden çıkardın?"
"Anlamadım..."
Kostümcü dükkânına yaklaştığımda Kinimod gözden kayboldu. İçeri
girdiğimde Urban yoktu. Bu saatlerde gün batımını izlemeye tepeye
gider. İçeri kendim girip etrafı topladım. Urban'a yapacağımız sürpriz
için Benjamin Button filmine girebileceğim bir kostüm aramaya
koyuldum. Urban gelene kadar yolculuğa çıkmalıydım. Daisy kostümünü
buldum. Benjamin Button'un var olduğu evrene geçmek üzere kostümümü
giydim ve gözerimi yumdum.
Açtığımda üzerimde bir battaniye ve elimde karanlıktan tam olarak
emin olmadığım halde eski tip lambalardan olduğunu tahmin ettiğim bir
nesne vardı. Onu yaktım. Bir anda karşımda yaşlı bir yüz belirdi.
Dehşetle geriye sendeledim. Yaşından –en azından gösterdiği yaşından-
beklenmeyecek bir çeviklikle elimdeki lambayı tutup beni kendine doğru
çekti.
"Dikkatli ol, Daisy."
O gözleri tanırım. Yani birebirde olmasa da herkes bir yerden tanır. "Benjamin!"
"Hadi evcilik oynayacaktık."
"Ama ben evcilik oynamak istemiyorum."
"Ne istiyorsun peki?"
Battaniyeni kaldırdım ve ayağa kalktım. Boyum çok kısaydı. Kendimi
tuhaf hissediyordum.
"Sorun ne, Daisy?"
"Hiç... Sanırım biraz uykum var."
O yanımda uyurken ben de ne yapmam gerektiğiyle ilgili düşünüyordum.
Onunla ayrılacak, hayallerimi gerçekleştirecek, kartpostallarını
okuyacak ve sonunda çaresizce birbirimize geri dönecektik. Sonra o,
benim kollarımda ölecek –ya da doğacak- ben de bu şiirsel ana sessizce
eşlik edecektim. Şimdilikse o sadece uyuyordu. Bir odada, olacaklar
hakkında diğerlerinden daha fazla şey bilen kişi olmak zor iştir.
İnsana kendini diken üstünde hissettirir. O kadar masumdu ki! Onu
öldürmem gerektiği gerçeği beni dehşete düşürüyordu. Çevremde bunun
sorumluluğunu yükleyebileceğim bir nesne aradım ama cesaretim yoktu.
Kıyafetlerimi çıkararak şu ana döndüm. Urban hâlâ ortalarda yoktu.
Kendimi bir katil olacağım gerçeğine alıştırmam gerekiyordu. Kendime
uygun bir kimlik aradım. Artık gelse bile sorun olmazdı çünkü yolculuk
için geçerli bir sebebim vardı. Suçluların psikolojisi hakkında bir
proje ödevi hazırladığımı söylersem inanmamak için bir sebebi olmazdı.
Böylece "Yedi" filmindeki Kevin Spacey tarafından katledilecek olan
Brad Pitt'in karısı rolüne büründüm. Böylece onunla evine geldiğinde
konuşabilirdim.
Gözlerimi yumdum. Uyandığımda burnuma yemek kokuları geliyordu. Yemek
yaptığımı hatırlayarak koltuğumdan kalkıp mutfağa gittim ve yanmak
üzere olan yemeğin altını kapattım. Ayak seslerini duydum. Eğer duymam
gerektiğini bilmeseydim duyamazdım ama. O kadar sessizdi ki... Sanki
yokmuş gibi.
"Ayakkabılarının altı kirli değildir umarım. Yerleri yeni sildim."
İstediğimi söylemekte özgürdüm, çünkü bu sahne çekilmediği için hiçbir
yükümlülüğüm yoktu. Senaryo bana aitti. Sadece kadının karakterinden
çıkmamam gerekiyordu. Bunu başarabilirdim.
"Korkma, temiz çalışmayı severim."
Kendimi tuttum. Aklından bana yapmayı geçirdiği şeyleri ona anlatarak
onu hazırlıksız yakalamak istiyordum ama kendimi tuttum. Sadece ima
edebilirdim.
"Mills için mi yoksa benim için mi geldin, John?"
"Senin için, Tracy."
"Fazla özel olmayacaksa sana bir soru sorabilir miyim?"
"Neden olmasın?"
"Neden öldürüyorsun?"
"Günahkârları günahlarıyla yüzleştirmek için."
"Daha şiirsel bir gerekçe beklerdim, doğrusu."
"Her sokak köşesinde, her evde, ölümcül bir günah görüyoruz ve hoş
görüyoruz. Hoş görüyoruz çünkü sıradan, çünkü olağan. Sabah, öğle ve
akşam hoş görüyoruz. Hayır, artık olmaz. Ben örnek oluyorum ve
yaptığım şey şaşırtacak, incelenecek ve izlenecek... Sonsuza kadar."
"Sence onları öldürmekle nereye varacaksın? Bırak oldukları yerde
kalsınlar ve nasıl acı çektiklerini ve yalnızlık ve dehşetle
kıvrandıklarını keyifle izle. Nihayetinde hangimiz bütünüyle normaliz
ki? Yarın öbür gün biri gelip aslında yıllardır normal dediğiniz
şeyler zamanında akıl hastaları tarafından yapılmış tanımlardı dese
sence o zaman halimiz ne olur?"
"O zaman normalin tanımını değiştirmekle yetiniriz. Bu kalıplarımızı
normal tanımına adapte etmekten daha kolay olsa gerek."
""Mesela?"
"Alışılagelen, olağan, kurala uygun anlamına geliyor. Biz kuralları
değiştirirsek sevdiğinin yüzüne tükürmeyi bir iltifattan bile
saydırabiliriz."
"Haklısın"
"Peki o zaman neden öldürürüz? İnsanlar neden öldürür? Varlıklarını
tanrısallaştırmak için mi? Yoksa zamanında özendikleri kimliklere bir
kerecik de olsa kurban rolünü verebilmek için mi?"
"İkisi de aynı kapıya çıkıyor sanırım. Bir şekilde sonunda üstünlüğünü
kanıtlamak istiyorsun."
"Haklısın... Üstünlük. Ya kanıtlayınca ne olacak? Dünyanın ayaklarının
altında olduğu ve tüm canlıların sana hizmet ettiğini düşün. Peki ya
sonra? Sonra ne olacak? Tanrı olmak sıkıcı bir iş olmalı. Sonunu
bildiğin bir filmi izlemek gibi... Her şeyi biliyor ama bize katlanmak
durumunda. Bazen film kasetlerinin üzerinde en fazla ne kadar
izlenebileceğini gösteren bir işaret olması gerek. Böylece tam
kararında bırakabilirsin. Çünkü öyle dram filmleri izledim ki
ağlamanın gerçekçiliğine olan inancımı kaybettirdiler bana. Belki biz
de ona göre o gözyaşları kadar sahteyizdir işte. Klişe."
"Üstünlüğümüz yoksa, Tanrımız da bize küsmüşse... Neden öldürürüz o
zaman? Kevin Spacey düşünmeye başladı.
"Çünkü üstünlük yoksa öldürmekle yaşatmanın da bir önemi kalmıyor.
Yani bana seni yaşatmam için seni öldürmeminkinden daha iyi bir sebep
bulman gerekiyor."
"Bulamadığımda da beni öldürebilirsin."
"Kesinlikle!"
İkimiz de bu karışık denklemi çözdüğümüzden rahatlamıştık.
"Şimdi beni öldürme zamanın, bu sahnede kalmam gerekenden daha fazla
kaldım. Hadi bitir işimi de diğer işlerimi halledebileyim"
Bana doğru yaklaştığı sırada gözlerimi kapatıp kıyafetlerimi
çıkartarak uyandım.
Urban merakla başımda dikilmiş, beni izliyordu. "Her şey yolunda mı?"
"Evet, bir proje ödevi için biriyle konuşmam gerekti de."
"Tarih projesi falan mı?"
"Sayılır. Edebiyat. Psikolojik bir şeyler falan."
"Anlıyorum. Ne hakkında?"
Bir anda aklımda daha önceden söylemeyi planladığım yalanı unutup
gerçeği söyledim.
"Olmayan bir kulübün kurallarını yazacağız."
"Ne kadar olmayan bir kulüp?"
"Tamamen kurmaca. Her şeyini biz uyduracağız. Üyelerinin
özelliklerini, orada ne yaptıklarını..."
"Aklında bir şeyler var mı?"
"Hayır, ben de ilham bulmak için birkaç katille konuşmaya karar verdim."
"Neden katiller?"
"Ne bileyim? Bana oldukça yaratıcı geldiler."
"Neden Dövüş Kulübü'nü denemiyorsun, mesela?"
Bu adam fazla akıllıydı. Hayatımdaki en iyi –kavramlar arası ilişki
kuran- insan olabilirdi.
"Sen bir dâhisin, Urban! Nasıl aklıma gelmedi?"
"Elinin altında her türlü bilgiye ulaşabilecek bir cihaz var ama siz
ahmaklar yine de yaşlı bir bunaktan fazlasını bilemiyorsunuz.""Selam Patrick"
Ertesi gün okul çıkışında odasına gittiğimde oldukça acelesi varmış
gibi duruyordu. Bir an varlığımdan rahatsızlık duyduğunu bile
düşündüm.
"Acelem var."
"Sana bir şey danışacaktım. Bir yere mi yetişiyorsun?"
"Aslında bir randevum var."
"Randevu mu? Bundan bahsetmemiştin."
"Neden bahsedeyim ki?" Kendine karşı normal şartlarda oluşmayacak bir
özgüveni vardı. Bu beni rahatsız etti ama telaşına verdi.
Telaşlandığında en önemli şeyin kendimiz olduğunu düşünürüz.
"Sanırım haklısın. Sonra mı sorayım yoksa..."
"Soracaksan sor..." durdu ve soluklandı. "Affedersin, sadece biraz gerginim."
"Sorun değil. Randevu yüzünden mi?"
"Evet"
"Şu iş yerindeki kız mı?"
"Evet, Harper. Teklifimi nasıl kabul etti Tanrı bilir."
"Neden etmesin ki? Sen harika bir insansın."
"Harika mı? Hangi anlamda?"
"Ne bileyim ben... Cesaretlendirmeye çalışıyorum. Çünkü randevulardan
önce insanın kendiyle iletişimi bir süreliğine kesilmeli. Aksi
takdirde sürekli felaket senaryoları konuşulan bir radyoda seyahat
etmekten farksız olur."
"Ben... Onunla ne konuşacağımı bile bilmiyorum... Her neyse, bunu sonra
konuşuruz. Sen ne soracaktın?"
"Sorun edebiyat ödevim"
"Edebiyat ödevin mi?"
"Evet"
"Edebiyatı sevdiğini sanıyordum. Bay Hawking kafa adamdır."
"Bay Hawking ile ilgili bir sorun yok. Sorun proje ödevinde seçtiği gruplar."
"Kimlesin ki?"
"Karl. Sınıfın en ahmak, ukala, kendini beğenmiş zorbasıdır. Hiçbir
aklı başında kız onunla iki dakika geçirip de sempatik bir şeyler
besleyemez."
"Sanırım ondan pek memnun değilsin."
"Pek sayılmaz. Ve ödevin konusuna gelince: Birlikte bir kulüp yaratıp,
kurallarını yazıp üyelerini belirlememiz gerekiyor. Urban bunun için
Tyler Durden kostümünü kullanabileceğimi söyledi."
"Bu harika bir haber ama hâlâ ne istediğini anlayabilmiş değilim."
"Yolculuğa Karl'ı da götürürsem ikimiz de proje hakkında ne
yapabileceğimizi az çok görmüş oluruz ama onu bu seyahate katmam son
derece mantıksız olur. Ve ben de düşündüm de eğer sen... Hani, bilirsin...
Bazen vücuttan alınan bir hücreyle başka hücreler yenilenebiliyor."
"Ne yani? Birlikte Dövüş Kulübü filmine girmek için sınıf arkadaşının
bir klonunu yaratmamı ve işin bitince de yok etmemi mi istiyorsun?"
"Gerçeğini de yok edebilirsin. Dünyadaki dişi nüfusuna bir iyilik
yapmış olursun."
"Bilmiyorum. Biraz araştırmam lazım. Onun saçlarından bir örnek alabilir misin?"
"Denerim."
"Tamam, bunu da sonra konuşuruz. Şimdi izninle, bu adamın talihini
geri döndürmesi lazım"
"Eminim gecenin sonunda kız, senin gibi birisi tarafından sevildiği
için kendini şanslı hissedecektir."
"Ara sıra güze sözler söyleyebiliyorsun, Novak."
"Bazen geliyor işte... Sonra görüşürüz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
COSTIME
Fiksi IlmiahSıradan bir lise öğrencisi olan Novak Smith'i diğerlerinden ayıran tek şey bir aile dostlarının işlettiği kostümcü dükkanındaki kıyafetler sayesinde evrenler ve zamanlar arası yolculuk edebilmesidir.