Hafif bir meltem karşılıyor beni rüyamın kapısında. Sanki yıllardır buradaymışım gibi hissediyorum ama nerede olduğuma dair en ufak bir fikir üretemiyorum. Kapıdan içeriye girdiğimde önümde, gözümün alabildiğince serili bir çölle karşılaşıyorum. Yürümeye başlıyorum, tepemde duran güneş öfke duyduğu birini lanetlercesine kavuruyor bedenimi. Yürüme hızıma paralel olarak benden uzaklaşan bir kum tepesi çekiyor dikkatimi. Rahvan halden koşar adıma geçiyorum ancak tepede aynı hızla uzaklaşıyor benden. Bitkin düşmeye başlıyorum, geri dönmek istesemde; içimdeki merak tepeye varmam gerektiğini vurguluyor.. Artık serap gördüğümü düşünmeye başladığım esnada, tepenin başında bir çocuk seçer gibi oluyor gözlerim. ''Biraz suyun var mı'' diye bağrıyorum ama çocuk en ufak bir tepki bile vermiyor. Biraz daha yaklaşıyorum ve artık tepenin de benden uzaklaşmaya niyetinin olmadığını anlıyorum. Tepenin eteklerine varıyorum ve yavaş yavaş tırmanmaya başlıyorum. Düşe kalka zirveye vardığımda, çocuğun burada ne aradığını anlamaya çalışıyorum. Orada öylece durmuş, bir çiçek ekiyor, çölün ortasında bu çiçeği neden ekiyor burada yaşatamaz ki onu diyorum kendi kendime. Arkasından yavaş yavaş yaklaşıyorum o da bu esnada çiçek ekme eylemini bitiriyor ve ellerini semaya açıp dua etmeye başlıyor.
- Selamun Aleyküm arkadaş... Neden ekiyorsun o güzelim çiçeği şu kurak ve susuz çölün ortasında.
Sanki söylediklerimi duymamışcasına hiç oralı olmuyor ve dua etmeye devam ediyor. Beni kaleye almamasına kızıp, '' Bence sen yağmur duası et, belki duan kabul olur yoksa başka türlü büyütemezsin o çiçeği diye alaya vuruyorum. Fakat yine cevap gelmiyor, başını önüne öyle bir eğmiş ki, sanki şu dünyanın tüm yükü onun sırtında, harab olmuş, konuşmaya mecali kalmamış, başını kaldırıp kimseye tek bir kelam edecek takati yok. Yanına doğru yürüyorum ve karşısına geçip oturuyorum. Çocuğun yüzüne bakmamla hayrete düşüyorum. Allah'ım bu benim! Benim burada ne işim var, bu çiçek ne, neden çölün ortasına dikiyorum? Ben bu sorularla cebelleşirken, çiçek aniden solmaya başlıyor, çiçek soldukça çocuk da bitkinleşiyor ve çok geçmeden çiçeğin tamamen solmasıyla kızgın kumlara yığılıp kalıyor. Ne yapacağımı bilemez halde çöküp kalıyorum olduğum yere. Gönlünü bir çiçeğe kaptırmış şu adam ne anlatmak istiyor olabilir bana, bu çiçeği nasıl yeniden canlandırabilirim diye düşünüp duruyorum. Sonra ah diyorum aptal kafam! Sen kimsin ki bu çiçeği canlandıracaksın. Bu çiçeği sana veren de, senden alan da ''O'' değil mi? Yeşilçam'ın kötü filmlerinde kahvelerde hep o baş masada oturan ve diğerlerini kışkırtan pezevenk amca vardır ya hani, rolü gelmiş bir oyuncu gibi fırlıyor bir anda bilinçaltımdaki sahnesine. (Kısaca şeytan benzetmesi yapsam da olurdu ama o zaman roman olmazdı) İçimde bir vesvese dolanıyor, ''Ağla'' diyor ''Ona'' ihtiyacın yok. Aklıma yatmıyor da değil. Yağmuru beklemektense ağlarım diyorum, göz yaşlarımla beslerim bu güzel çiçeği, hem daha melankolik olmaz mı? Acılarla toz tutmuş sahra çölünün şu en nadide varlığına hayat verme uğraşlarıyla, gözyaşlarımı sunuyorum yapraklarına. Hoyrat esen Samyelinin kaldırdığı bir toz bulutu savurup atıyor beni bir ceset gibi. Sürünerek geliyorum tekrar çiçeğin başına ve her yanım acıyor, ağlamaya devam ediyorum. Sonunda anlıyorum ki, bu sevdayı gözyaşlarımla beslemek bana ve ona acıdan başka bir şey vermiyor. Onun kudretinin ve azametinin karşısında sadece bir hiçten ibaret olduğumu bir kez daha anlıyorum. Affet diyorum hata ettim... Ellerimi yüzüme kapayıp hıçkıra hıçkıra ağlarken dilimden şu kelamlar dökülüveriyor...
Dört nala ne hacet bu küheylan
Rahvan yürür yâne yâne
Hangi kaldırma kuvveti taşır kafamı?
Divane eyleyince derd-i virane.
Asıl aşk gelsin de görsün şimdi beni, sen neyledin...
Gönülde silinmez kahır, ellerimde kara kalemdin.
Ben ne Yunus'um ne Şems ne de Rumi
Peki sen hangi hakla çekildikçe uzayan sinesin...
Yağmur duasında açılan bir avuçtan münhasır tüm ümitlerim,
Mübah değil bu mükellef, bir amaçtan ibaretim.
Tasfiye edildim gönlünden, yerle gök arası bir yerdeyim,
Hak'tan hak aranmaz bilincindeyken, sen söyle ben neyleyim...
İki denizi bir birine katmayan, bir kaç damla yaş düşürüyor yanağıma... ''Bunlar benim gözyaşlarım olamaz'' diyorum. Daha tene değdiği anda refaha kavuşan bir ruha ayak bağı olmayası geliyor insanın. Gözlerimi açıyorum ve gökyüzüne bakıyorum. ''Rahmet'' diye fısıldıyor karşımda duran suretim toprağa... Ve ardından çocuklar gibi koşmaya başlıyor. ''Yağmur taneleri, yağmur taneleri'' diye haykırırken hançer gibi yırtıyor sesi tüm Sahra'yı lakin çiçeğini unutmuş gibi görünüyor.
-Bu su çok fazla öldürür çiçeği, Hey buraya gel!
Kime diyorum ki, o ufak bir yağmur bulutunun peşinden koşmaya başlıyor, kendine yeni bir sevda bulmuş gibi görünüyor. Samyelinin kesilmesiyle, biraz ileride bulut duruyor ve çocuk da duruyor. Ufak yağmur tanecikleri tenine düştükçe havaya zıplayıp bulutu yakalamaya yelteniyor, aralarındaki onca mesafeyi umursamaksızın. Uzansa tutacakmış gibi bıkmadan usanmadan semaya doğru zıplıyor. Bu çiçek olmasa yağmur yağmazdı diye düşünüyorum, ve gömleğimdeki göğüs ceplerimden solda olana doldurdugum bir parça kuma diktiğim nadide çiçekle, ben de virane çocuğun peşinden gidiyorum.
Suretime doğru giderken, yağmurun da yağmasıyla açan çiçeğin; burcu burcu kokusu geliyor burnuma...
Rahvan: Koşarken bir yandaki iki bacağını aynı anda atan binek hayvanlarının biniciyi sarsmayan ağır yol alış biçimi.
Vesvese: Şüphe, Kuruntu
Hacet: Lüzum; gereksinim duyulan şey, gerekli şey.
Münhasır: Sınırlı, sınırlanmış
Mükellef: Yükümlülük
Tasfiye: işine son verilmiş yada iş yeri değiştiriliş olan
Mübah: Yapıldığında veya yapılmadığında sevap yahut günah olmayan durum

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nevrotik Adam.
SpiritualKendi iç dünyasına dogru yolculuğa çıkan bir adama, yol arkadaşlıgı eden geçmişi, ve onu misafir etmek için bekleyen geleceğinin hikayesi. Munzevilik mertebesine ulaşabilmek adına, her türlü zihin ritüelinden sıyrılıp, kendisini; emaneti oldugu sah...