BÖLÜM 19 - Kan Tutkusu

60.7K 3.1K 146
                                    

BÖLÜM 19

Kan Tutkusu



Tam karşımızda belirmeye başlayan yıldızlara diktim gözlerimi. Bir belirip bir kayboluyor, çapkınca göz kırpıyorlardı. Yanımdaki bedenin gittikçe gerildiğini hissedebiliyordum. Neye ya da nereye doğru gittiğimizi bilmiyordum ama onun huzur duymasını sağlayacaksa her şeyi yapmaya hazırdım. Şey, tam olarak her şeyi değil ama... Her neyse...

Kafamı yana çevirip pencereden dışarı baktım. Bomboş tarlalar ve tepelerin arasından dolandık. Yaklaşık beş saattir yoldaydık. Hava gittikçe kararıyordu. Gözlerim yanmaya başlıyordu. Uykusuzluk değil de daha çok sıkıntıdandı sanki.

"Neredeydin?" diye sordu birdenbire. Arada sırada konuşuyorduk ama bu soruyu hiç sormamıştı. "O gün Zindan'dan geri dönmediğinde..." Kafasını çevirip bana baktı. Arabanın içi karanlık olsa da gözlerinin öfkeyle parladığını görebiliyordum. "Kafayı yedim Angel! Bir kereliğine bile olsa sizin istediğiniz gibi davranmaya çalıştım. O gün ilk kez, tamam size güveniyorum, taşkınlık yapan bendim, dedim. Ve sen o gün dönmedin! En yakın arkadaşlarımdan birisi kayboldu."

Kayboldu derken sesi ufalarak kayboldu.

Dişlerimi dudaklarıma geçirerek kendimi susturmaya çalıştım ama başarılı olamadım. "Bana tecavüz etmeye çalıştı."

Araba öyle ani bir şekilde durdu ki arkamızdan gelen kamyonun korno sesini ciğerlerimde hissettim. Çığlığım hala arabanın içinde asılı duruyordu. Elleri direksiyonu parçalamak istercesine sıkıyordu."

"Peki o..." Dişlerinin arasından konuştu. "Peki o sana-"

"Hayır, elinden kurtuldum ama bana diğer kızları anlattı. Şehirde kullanıp kenara attığı, buradayken Zindan'ın arkasında tecavüz ettiği ve babası buradan alıp başka bir yere gönderdiğinde orada edeceği kızları..."

"Angel..."

Acıma dolu fısıltısı kulaklarıma yabancı geldi. Acımasını istemiyordum. Sadece James ile ilgili anısının azalmasını istiyordum. O, o kadar acıya değmezdi. Omuzlarımı dikleştirdim.

"Benden sonra başka bir kıza gittiyse, muhtemelen kayıp değil ölüdür. Onu arayıp durma. Okuluna devam et." Sesim ve kelimelerim niyetlendiğimden daha acımasızcaydı ama bu önemli değil.

Brian birkaç derin nefes aldı ve arabayı ilerletmeye başladı. "Ben... Ben onun yediği haltları bilmiyordum." Direksiyona bir yumruk attı. "Bilmiyordum! Bilmiyordum!"

"Brian! Brian, sakin ol. Kaza yapacaksın, lütfen sakin ol."

Delirmiş gibi gülerek kafasını iki yana sallıyordu. "Hayatıma giren kadınların laneti bu!"

Alnım kafa karışıklığıyla kırışmıştı. "Brian, bir şey yapamadı."

"Angel, sana yaklaşmasına asla izin vermemeliydim. Herkesin bir bok yediğini biliyordum ama bu kadarını düşünmemiştim bile."

Bir sapaktan dönerek ilerlemeye devam etti. İlerde parıl parıl ışıklarla aydınlanan kocaman bir alan vardı. Kaşlarımı çatarak gittiğimiz yere gözlerimi diktim. Büyük bir... O da neydi öyle? Gözlerimi kısarak baktım. Havada uçuşan ışıktan toplar var gibiydi.

"Sana bir şey olacak diye korktum," diye mırıldandı. Kalbim acıyla attı. Uzanıp ellerinden birisine dokundum ve parmaklarını sıktım.

"Jessie gelmedi mi?"

"Gelmez olur mu? Çok korkmuştu. Çıldırmış gibi her yeri aradı, sonra da aramayı kesti. Tüm gece benim yurt odamdaydık. Ertesi gün James'e ulaşamadığını söyleyen babası aradı. İki gün boyunca her yerde onu aradım ama bulamadım." Kafasını çevirip bana baktı. "Seni de bulamadım. Jessie'yi gözümün önünden ayırmak istemedim, başına bir şey gelecek diye ödüm kopuyor."

Ağzından çıkan sözlerle birlikte kaşlarım havaya kalktı. Jessie'ye de önem veriyordu, değer veriyordu. Bu Jessie'nin sandığı gibi çocukça bir karşılıksız aşk hikayesi değildi. Brian bize değer veriyordu. Tamam, bana karşı bir tık daha fazlaydı belki ama Jessie'den onun düşündüğü kadar nefret etmiyordu.

"Biliyorsun, çok başına buyruk."

Yutkunarak kafamı salladım. Ben bu adamı nasıl hiç aramamıştım? Nasıl?

Yavaşlayıp bir rampadan çıkarken dikkatle önüne bakan mavi gözlerini inceledim. "Sen neredeydin?"

Bana dönüp burukça gülümsedi. "Orada burada. Birkaç haftadır buradayım."

Başımı kaldırıp neşeli müzik seslerinin geldiği alana baktım ve ağzım açık kaldı. Panayırdı bu! Beni bir panayıra getirmişti! Başımı cama dayayıp adını okumaya çalıştım ama çok geride kalmıştı.

"Kafeye pek uğramıyorsun," diye mırıldandı arabayı park ederken.

Açık ağzımı kapatıp ona döndüm. Ona anlatamazdım. Ve o, bir derdim olduğunu biliyordu. "O gün Jessie'yle konuştuğunu biliyorum. Tuvalete kaçıp konuştu. Seninle konuştuğunu hemen anladım. Yüzündeki endişe çizgileri bir anda yok oluverdi. Sonra o gün, onun rahatça gülebildiğini gördüğümde bir şeyin olmadığına ikna oldum." Elini omzuma koyarak okşadı. "Ne kadar deli dolu olsa da seni seviyor."

Ben cevap veremeden arabadan çıktı ve ben de kendi kapımı açıp dışarı çıktım. Çeşitli oyuncaklardan eğlenceli çığlık sesleri geliyordu. Ağaçların üzerine rengarenk fenerler asılmıştı. Elini omzuma dolayarak beni insan selinin arasına soktu. Süslü çadırların önünde kuyruklar vardı. Falcısından şekercisine, boyacısından sosisçisine kadar her şey yer alıyordu. On beş dakikalık kısa film gösterileri yapan minik bir sinema çadırı bile vardı. Daha ileride çarpışan otomobiller, dönme dolap gibi oyuncaklar cıvıl cıvıl ışıklarını yansıtıyordu.

"Neden buraya geldik?" diye mırıldandım.

"Panayırları sevmez misin?" dedi gülümseyerek. Dudakları gülümsüyordu ama gözleri... Uzak ve boştu. Sanki kendisini bir şeye hazırlıyordu.

"Bilmem. Daha önce hiç gelmedim."

Gözleri büyüdü ve şakayla saçlarımı karıştırdı. Uzanıp elimi tutarak sosisçi kuyruğuna doğru çekti. "Açlıktan ölüyor olmalısın."

"Bu etin sağlıklı olduğundan emin misin?"

Elimi sıkıp gevşetti. "Ama lezzetli."

Sesimi çıkarmadan onu takip ettim, kuyrukta bekledik ve sıra bize geldiğinde kırmızı yanaklı satıcı adam bolca ketçap döküp sosislileri verdi. Brian tek ısırıkta sosislinin yarısını götürdü. Kıkırdayarak minik bir ısırık aldım. Aslında oldukça güzeldi. Gülümseyerek gezerken silahla ateş etmek istedi. Hızla geçip duran ördekleri vururken bana silahı eğik tutmam gerektiğini, bilerek ayarlarıyla oynadıklarını anlatıyordu. En sonunda sosisliyi bitirip ellerimi silkeledim ve ateş etmek için tüfeği elime aldım. Brian arkamdan direktifler verip duruyordu. Sadece iki tane ördek vurdum. Elinde muz olan, minik bir maymun anahtarlığı verdiler. Sırıtarak Brian'a uzattım.

"Bana senin heykelini vermişler," dedim.

Tek kaşını havaya kaldırarak arkasındaki kocaman ayıyı çıkardı. "Bana da senin gerçek boyutlardaki oyuncağını verdiler."

Kaşlarımı çatmaya çalışıyordum ama bu çok zordu. Gülerek ayıyı aldım ve maymunu ona verdim. Anahtarlığı cebine atarken yüzünde beliren gülümseme bu kez gözlerine ulaşmıştı. Kalbimdeki o derin ve ağır sancı gittikçe azaldı. Yüzüme baktığında alt dudağını dişleyerek duraksadı.

"Dönme dolaba binmek ister misin?" diye fısıldadı.

Gürültüye rağmen sorusunu duydum ve kafamı sallayarak onayladım. Elini sırtıma dayayarak yönlendirdiğinde yutkunarak ilerledim. Jetonlarımızı aldı ve yan yana oturduk. Minik parmaklıklı kapıyı kapattılar. Oyuncak ayıyı ayaklarımın dibine bıraktım. Ve diğerleri de binerken biz adım adım yukarıya doğru hareket etmeye başladık. Soğuk rüzgar kulaklarımı ve burnumun ucunu ısırıyordu. Burada yerlerde kar yoktu ama kar soğuğu ta iliklerime dek üşütüyordu. Brian yeşil kabanının önünü açtı ve tek tarafıyla beni sardı.

Başımı omzuna dayarken duraksadım. "Neden buradayız?" diye sordum tekrar.

Derin bir nefes alıp verdi. "Kız kardeşim dönme dolapları çok severdi," diye fısıldadı.

Kullandığı geçmiş zaman eki konuşmamı engelledi. Parmakları vücudumdaki gerginliği algılayabilirdi. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda karşısına bakarak daldığını gördüm.

"Sana anlatmak istedim," diye mırıldandı.

Geriye çekilip yüzüne baktım. Tam tepede durmuştuk ve ürkütücü bir şekilde sallanıyorduk. Lanet olsun yükseklikten nefret ediyordum. "Bana her şeyi anlatabilirsin."

Acıyla gülümsedi, "Biliyorum."

"Ne oldu?"

"Neden bu okulda olduğumu hiç sormadın?"

Dudağımı kemirirken dönme dolap hareket etmeye başladı ve eklemlerim sararana kadar Brian'ın kabanının ucunu kavradım. Düşecekmişim gibi hissetmeyi engelleyemiyordum. Ona odaklanmaya çalıştım.

Derin bir nefes aldı ve bombaları birbiri ardına sıraladı. "Bir gün topumun peşinden yola koştum ve hızla gelen bir araba üzerimden geçmek üzereyken fırlayıp kaldırıma çarptım. Arabanın çarptığını sanıyordum, henüz sekiz yaşındaydım. Sonra arabanın altında yatan annemin bedenini gördüm. Beni kenara iten oydu. Kanlar içindeydi, yüzü belli bile değildi. Ağlayamadım bile." Sustu ve gözlerini kapattı. Sanki zihninde beliren görüntüden uzaklaşmaya çalışıyordu. "Kız kardeşim iki yaşındaydı," diye fısıldadı.

"Sadece çocuktun," diye mırıldandım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Annemi öyle bir durumda düşünmek tüylerimi diken diken ediyordu. Annemin benden pek hoşlanmaması önemli değildi. Babam onu terk edip gittikten sonra annem beni sevmeyi bir kenara bırakmıştı. Bir an önce büyüyüp onu bir başına bırakmam için gözümün içine bakıyordu. Ama annemdi işte...

Gözlerini açıp bana baktığında kenarlarında beliren gözyaşları içimi asit gibi yaktı. "On beş yaşındaydım, kız kardeşim Emily, yüzme bilmiyordu. Başında beklemem gerekiyordu ama ben arkadaşlarımla konuşmayı ona bakmaya tercih etmiştim."

İrkilerek gerildim. Hayır, hayır, hayır söyleme.

"Babam ofisinden çıkıp da onu havuzda öylece bulduğunda..." Sesi azalarak kesildi. Elini tutup sıktım. Tanrım, sevdiği iki insanı kaybetmişti.

"Brian..." Kafasını iki yana sallayarak beni susturmaya çalıştı ama ben devam ettim. "Bunun için mi buradasın? Senin buradakilerle alakan bile yok."

Titreyen alt dudağını ısırdı ve gözlerini sımsıkı yumduğunda iki damla yaş yanaklarından aşağıya kaydı. "Benim yüzümden öldüler," diye fısıldadı.

Dönme dolap aşağıya doğru inerken boynuna sarıldım. "Hayır."

Titreyen ellerini saçlarımda hissedebiliyordum. "Benim yüzümden," diye hıçkırırken yüzünü saçlarıma gömdü. "Benim yüzümden."

"Hayır! Brian, hayır. Kendini suçlama."

Kulağıma doğru eğilip fısıldadı, "Suçlayacak başka hiç kimse yok."

Geri çekilip yüzüne baktım ve yanaklarındaki ıslaklığı parmaklarımın ucuyla sildim. Tekrar tepeye çıkmıştık. "Burada bulunmanın sebebi bu mu?"

"Babam göndermek istedi."

Kaşlarımı çattım, sinirden dişlerimi öyle bir sıkmıştım ki çatlatabilirdim bile. "Seni mi sorumlu tutuyor?"

Korumacı halime karşılık hafifçe gülümsedi. "Hayır, gerçekten suçlu olan insanların arasında bulunmamı istedi." Duraklayıp başını eğdi. "Bu kadar rahat olmalarını beklemiyordum. Ama sonra Jessie'yi tanıdım," Başını kaldırıp bana baktı. "Ve seni. İkinizin yanında bugüne kadar hiç olamadığım kadar rahattım. Kendimdim. James ise..."

"Siz olmasaydınız ben burada boğulurdum."

"Sen her daim ayakta kalırsın."

Gururla gülümsedim. Bunu Brian'dan duymak çok güzeldi ve bunu gizleyecek değildim. Dönme dolap yukarıya doğru çıkarken arkama yaslanmaya çalıştım. Parmaklarım soğuktan donuyordu.

Dudaklarını yaladı. "Bilmeni istedim. Neden burada olduğumu bilmeni istedim."

Gülümseyerek saçını okşadım. "Bu sana olan sevgimi azaltacak bir şey değil. Hatta kendini suçlamayı bırakmadığın müddetçe kalbimi parçalayacaksın."

"Öyle şeyler söyleme," dedi kaşlarını çatarak. Gözlerime özlemle bakıyordu. "Emily'nin de senin gibi koyu mavi gözleri vardı. O seninki gibi minicik burnu suratını inatçı gösteriyordu. Bazen sana bakarken büyüseydi sana mı benzerdi diye düşünüyorum."

Aklıma okula başladığımız ilk hafta Brian'ın gözlerini hiç ayırmadan bana bakması geldi. Dudağımın içini ısırarak kafamı yana çevirdim. Dönme dolap aşağıya inmişti. Bir baloncu rengarenk balonlarını peşinden çekerek ilerleyince kuzguni saçların sardığı öfkeli bir yüz görüş alanıma girdi. Burun delikleri şişmiş, elleri yanlarında yumruk olmuştu. Siyah trençkotunun önü açıktı ve rüzgarla arkasında dalgalanıyordu.

"Kat..." diye mırıldandım şaşkınlıkla.

Her an üzerime atlayıp gebertecek gibi görünüyordu ve gözlerine baktığımda bunun çok da uzak bir ihtimal olmadığını fark ettim.

"Efendim?" dedi Brian.

Başımı çevirip ona baktım. "Şey, bir arkadaşımı gördüm de."

Kaşları kuşkuyla çatılırken aşağıya baktı. Aldığı nefesle birlikte göğsü şişti. "Seninle vakit geçirmeyi özlemişim."

"Geri döneceksin, değil mi?" diye mırıldandım. Aklım aşağıda kalmıştı. Gözüm sürekli onu gördüğüm yere kayıyordu. Siyah bir leke gibi, hayır, hayır, bir kaya gibi orada duruyordu. Kıpırdamadan. Sanki ardında devasa beyaz kanatlarının gölgeleri vardı. Ama bu imkansızdı.

Yutkunarak kafamı kaşıdım. Boku yemiştim. Bu kez cidden. Beni dizine yatırıp pataklayacaktı.

"Döneceğim," diye mırıldandı. "Okulda olmam lazım. Sizi yalnız bırakmamalıydım."

Tepedeyken durduk. Tek tek iniyorlardı. Dura dura inerken saçımı yüzümden çekti.

"Başın ne kadar belada Angel?"

Dudağımın içini kemirirken ona baktım. "Çok."

Keskin bir soluk aldı. Tahmininin bu şekilde tutmasını beklemiyordu. "Peki ben-"

"Hayır, hayır, kesinlikle buna bulaşmayacaksın." Başımı eğip oyuncak ayıya baktım ve yutkundum. "Bundan inince direkt yurda gideceksin. Bana söz ver."

"Sen benimle gelmeyecek misin?"

Kafamı iki yana salladım. "Dedim ya, arkadaşım burada." Dudağımı büktüm.

"Angel saçmalama!"

Bizden öncekiler indi ve sıradaki bizdik. "Dikkatli git, ayıyı da odama bırak. Jessie sana bilmen gerekenleri anlatır. Çok üzgünüm, seni bırakmak istemezdim." Eğilip yanağına bir öpücük kondurdum ve durur durmaz inerek uzaklaştım. Arkamdan baktığını hissedebiliyordum ama önümdeki devasa adama doğru yaklaşırken boğazım kuruyordu. Eğer birisi gözleriyle delik açabiliyorsa, Kat bunu birazdan başaracaktı. Saçımı parmağıma doladım ve ona yaklaştığımda konuşmak için ağzımı açtım. Ama aniden kafasını havaya kaldırarak dikleşti, gözlerini bana indirdiğinde içlerinde daha önce gördüğüm bir şeyi gördüm.

Kan arzusunu.

"Buradalar," diye tısladı.

Konuşamıyordum, ne diyeceğimi ve ne yapacağımı bilmiyordum. Lanet olsun. Uzattığı eline bir bakış attım ve ne olduğunu anlamadan elimi elinin içine bıraktım. Parmaklarını parmaklarıma geçirerek yürümeye başladı. Uzun bacaklarıyla attığı adımlara ancak koşarak yetişebiliyordum.

"Kaç kişi? Hepsi mi?" Bana bakmadı bile. "Ya Brian'a zarar verirlerse?"

Bir anda durup beni sert bir yere yasladığında ciğerlerimdeki tüm hava çıktı. Gözleri ateş saçıyordu. "Brian sikimde bile değil." Dudaklarım aralandı ama kafasını tehditkar bir ifadeyle yana eğdi. "Sen," dedi vurgulayarak, "beni bırakıp gittin!" diye hırladı. "Beni sik gibi bıraktın gittin!"

"Ben sadece-"

Gözleri büyürken kafasını iki yana salladı. Yüzündeki alaylı gülümseme susmama sebep oldu. "Bunun mazereti yok! Lanet olsun, görmüyor musun? Seni buraya kadar izlemişler diyorum," diye bağırdı öfkeyle. Tek elini saçlarıma dolayarak kafamı geriye doğru çekti. "Seni, buradan, bu gece alabilirlerdi diyorum."

Kalbim boğazımda atıyordu sanki. Bana zarar vermeyeceğini biliyordum, neden bu kadar korktuğumu da bilmiyordum. "Hepsi mi burada?" diye fısıldadım.

Gözlerini kapatıp odaklanmaya çalıştı. Çenesi çok yakınımdaydı. Şu anda, bu karmaşada bile çenesini emdiğim aklıma geldi ve ürperdim. Kat'in gözleri açıldığında korkumdan olduğum yere sindim. Eğilip burnumun dibine kadar girdi.

"Bir daha bana sakın yalan söyleme," diye mırıldandı.

"Sana yalan söylemedim. Sadece buraya geleceğimi bilmiyordum. Okulun önünde konuşacağız sanmıştım."

Tek kaşını havaya kaldırdı. "Ben ondan bahsetmiyorum."

"Neden bahsediyorsun?" Az önce soğuğuyla titrediğim havaya ne olmuştu? Yanaklarım gecenin soğuğunu ateşiyle ısıtabilirdi.

Elini bacağımdan belime doğru kaydırdı ve kavrayarak kendisine doğru çekti. Dudaklarını dudaklarıma sürttüğünde derin bir nefes aldım ve titredim. "Hatırlamadığını söylemiştin," diye mırıldandı boğuk sesiyle. Sesi omurgamda titreyerek aşağıya doğru indi. Alt dudağımı dişleyip çekti ve ardından dudaklarıma sertçe yapıştı. Onu itemedim. Ellerime havaya kalkmaları için emir bile veremedim. Beni kendi sert bedenine yapıştırarak öpmeye devam etti. Dili ağzımı keşfediyor, dudaklarımı okşuyordu. Ağzımı özgür bırakıp dudaklarıma bir öpücük daha kondurdu. Şaşkın bakışlarıma, güm güm atan kalbime aldırmadan, alay edercesine gülümsedi. "İliklerinde hissediyorsun."

"B-ben." Kekeleyenlerle nasıl dalga geçtiği aklıma gelince kaşlarımı çatarak başımı öne eğdim ve ayaklarımıza baktım.

Şakağıma bir öpücük kondurdu, "Hatırlıyorsun," diye fısıldadı.

"Unutacağımı söylemiştin," dedim gözyaşlarımı bastırmaya çalışarak. Rezil oluyordum.

"Rezil falan olmuyorsun! Karşındaki benim. Sikik bir yeniyetme değil."

Kafamı salladım ama gözlerimi yerde tuttum.

"Bana bak." Omzumu silktiğimde güldüğünü işittiğimi sandım ama bakmadım. "Bana bak dedim."

"Bana emir verme."

Derin bir nefes alıp verdi. "Sakin yere gitmemiz lazım. Yaklaşıyorlar."

Başımı kaldırıp ona baktım. Elimi beline dolayıp sırtına dokundum. Kısık gözleriyle beni izliyordu. Kılıcı belirmişti. Kılıç çıkarken acı çekmiyormuş gibi görünüyordu.

"Sen öyle san," diye homurdandı ama ardından kendini beğenmişçe sırıttı. Ah... Ona bakmıştım. Dudağımı büktüm.

"Nereye gidiyoruz?"

Başını kaldırıp etrafa baktı. Dayandığımız yer bir korku tüneliydi. Tek kaşı havada, bir teklif sunarcasına baktı.

"Sen yanımda kalacaksan, olur," dedim.

Yüzündeki eğlenceli ifade silinirken söylediklerimi geri almak istedim. "O tatlı kıçın bir saniyeliğine bile yanımdan ayrılırsa, sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın."

"Tamam," dedim huysuzca.

Başıyla korku tünelini işaret ettiğinde ilerledim ama bir anda durup bana döndü. Yüzünde kararlı ama boş bir ifade vardı. "Eğer bir daha başka bir erkeği öpersen, öptüğün noktanın derisini yüzerim." Büyüyen gözlerime inatla bakmaya devam etti. "Ve bu konuda ciddiyim."

Elimi tutarak parmaklarımı parmaklarının arasına geçirdi. Ürkütücü bir şekilde huzur vericiydi. Sanki yanımdaki adam vampir bedenine hapsolmuş bir melek değildi. Ya da peşimizde benim için gelen bir Asil yoktu. Ya da az sonra iğrenç bir korku tüneline girmeyecektik. Huzur veriyordu bana.

Tabii tuttuğu elimi hissetmiyordum. Karıncalanıyordu. Korku tüneline girdik ve beyaz bir ışık yanıp sönerek gözlerimi birkaç saniyeliğine kör etti. Kat elimden tutarak yönlendirmeye devam etti. Kimi yerden yaratıklar fırlıyor, yerlerden hava üfleyerek saçlarımı havalandırıyordu. Aynalı odaya geldiğimizde aynaların ardında garip şekiller belirmeye başladı. Kafamı yana eğerek baktım. Yansımamdaki yaratıkta aynısını yaptı.

Elimi kaldırdığımda o da kaldırdı. Vay canına, gezgin bir panayır için oldukça iyi bir teknolojiydi bu. Kat'in bedeni dikleşirken beni kendi bedenine doğru çekti. Sırtımı kendi göğsüne yasladı. Başını eğerek boynumu öptü ve kulağıma fısıldadı, "Adımlarımı takip etmeye çalış."

Başımı geriye doğru yatırarak yüzüne baktığımda gülümsedi.

"Yapabilirsin."

Hayır yapamazdım. Süper hızla hareket eden ve elinde kocaman bir kılıç bulunduran bir adamla bir asilin arasında durarak onunla aynı anda hareket edemezdim.

"Bana güvenmiyor musun?" dedi kaşlarını çatarak.

"Sana canımı emanet ediyorum," diye homurdandım.

Göğsüne iyice yaslanırken tek kolunu belime doladı ve bir an sonra diğer eli kocaman bir kılıcı önümüzde tutuyordu. Neden tetikte olduğunu sormama kalmadan ayna paramparça oldu ve irkilerek Kat'e yapıştım.

Yansımam olduğunu sandığım o şey... Bir Asil'di! Aynanın diğer tarafındaydı.

Sarı saçları öylesine açık bir renkti ki albino olduğu bile düşünülebilirdi. Açık sarı kaşları düz bir çizgi gibi buz mavisi gözlerini tamamlıyordu. İnce dudakları morun açık bir tonuydu. Yirmi yaşlarında gibi görünüyordu. Muhtemelen binlerce yıldır yaşıyordu.

"Köle," dedi ağır aksanlı bir dille.

Kat'e bakmaya cüret edemedim ama kahkahası sırtımda titreyince rahatladım. Gözlerimi şerefsizin suratından ayırmadım. Ne hakla ona köle derdi!

"Bakireyi bize ver."

Kat kılıcı elinde bir kez çevirdi. "Cesedimi çiğnemen lazım."

Adamın yüzündeki tek bir kas bile oynamadı. Bomboştu.

"Bakireyi bize ver."

Kat burnunu çekip, beni iyice göğsüne dayadı. "O benim," diye hırladı.

Adamın buzdan gözlerine o kadar dikkatli bakıyordum ki gözündeki seğirmeyi gördüm. Öfkeleniyordu.

"Bakireler bizimdir. Sen sadece onları toplamakla görevli bir kölesin."

Kat'in bedeni gerildiğinde başımı yana çevirerek yüzümü göğsüne sürdüm. Kaslarındaki gerilme bir miktar azaldı ve hissettiği kararlılığı bana aitmişçesine hissettim.

"Ben, ecelinim."

"Sen hiç kimsesin."

"Bunca yıl bir mahzende yaşayıp getirilen kanları içtin. Güneşe çıkma sırası sana gelince bile korkundan ininde kalmaya devam ettin." Duraksadı. "Sen sadece bir korkaksın, Setran."

Buz mavisi gözler Kat'in yüzünü terk etmedi. Sanki ben burada değilmişim gibi bana bir kez olsun bakmamıştı bile. Zaten ben neydim ki? - kimdim bile diyemiyordum - Birkaç litrelik kan torbası.

Kat'in eli aksini söylemek istiyormuşçasına kaburgalarımı sıktı. Acıtsa da sesimi çıkarmadım.

"Bir efsaneyle beni korkutmaya çalışman komik." Adam dik durarak egosunu artırmaya çalıştı. "Asillerden korkanların uydurduğu masallar."

"O zaman nasıl oluyor da sadece on Asil kaldı?" dedim kaşlarımı çatarak.

Adam bana bakmayı reddetti. "Yalan."

Güldüm. Gerçekten güldüm ve bir daha hiç yapmayacağıma yemin ettiğim şeyi yaptım. Onun adını söyledim.

"Katzfiel."

Kat'in bedeninden geçen akımı kendi bedenimde hissedebiliyordum. Kemiklerimi titretecek denli güçlü bir histi bu. Derin bir nefes aldığını hissettim. Elini belimde gezdirdi. Beni tanımaya çalışıyordu. Siktir! Beni tanımama gibi bir risk mi vardı? Harika. Sorgulamak için mükemmel zamandı doğrusu.

Buz mavisi gözler gözlerime baktı. İlk kez. Kat'in enerjisiyle yanan kemiklerim, adamın bakışlarıyla buz kesti. Aynı anda hem yanıyor hem de donuyordum.

"Katzfiel bir efsane. Aptalca, uydurulmuş bir efsane."

"Sakın. Adımı. Ağzına. Alma."

Setran bakışlarını Kat'e diktiğinde gözleri kısıldı ve ardından büyüyen gözlerini bana dikti. Yutkunuşunu görebiliyordum. Kat'in elindeki kılıca baktı. "Asilleri öldüremezsin. Basit bir demir parçası bize işler mi sanıyorsun?"

Kat konuştuğunda sesi ölümcüldü. Karşısına çıkacak herkese o anda acıdım. Bu rüyalarımda gördüğüm adamın ta kendisiydi ve eğer onu her gün görüyor olmasaydım bırakıp kaçabilirdim. Ya da o beni tanımadığı için öldürebilirdi. Ama beni tanıyordu ve tek düşmanı karşısındaki adamdı.

"Bu cennetin altıncı katında dövülmüş olan kılıç. Kötülüğün kaynağını yok etmek üzere yaratıldı."

Setran alayla gülmeye çalıştı. "Yalanlar."

Kat tek koluyla beni iyice kendine bastırırken ayaklarımı yerden kesti ve adamın üzerine atıldı. Ben ne olduğunu bile anlayamadan olduğumuz yerde dönmüştük. Karşımdaki aynaya baktığımda yerde yatan bedenin yansımasını gördüm. Başı yoktu. Setran'ın başı aynalı odaya girdiğimiz kapının yakınlarında duruyordu. Yutkunmaya çalıştım ama başaramadım. Yediğim sosisli çıkmak için midemde çırpınıyordu. Bu hayatımda gördüğüm en iğrenç şeydi. Gözlerimi kaldırdığımda Kat'in kanlı kılıcı yan tarafında tuttuğunu gördüm. Dikkatle yüzümü inceliyordu. Siyah gözlerinin kenarlarında beyaz, soluk bir ışık titreşiyordu. Kafasını yana eğdi ve derin bir nefes aldı.

Fısıltısı varla yok arasıydı; "Kapat gözlerini."

Gözlerimi anında kapattım ve onun dönen bedenini, çıkan ıslak sesleri, kırılan kemikleri duydum. Ama görmeyince inkar etmek daha kolay oluyordu. Daha çok vampir geliyordu. Setran'ın adamları ya da diğer asiller... Kim olduklarını bilmiyordum ama sıcak kanlarının altında ıslanıyordum. Fışkıran kanlardan kırmızı bir elbise giydiğime emindim. Dün gece Kat'in giydirdiği tişört sırılsıklam olmuştu. Yüzüm, saçım... Gözlerimi açmaya cesaret bile edemiyordum. Korkuyordum.

Kat'in kan tutkusundan korkuyordum. İçmek için olan tutkusu değil, akıtmak için olan tutkusundan. Saçlarımın uçuştuğunu ve ardından soğuk havanın terli ensemi yaladığını hissettim. Dışarıdaydık. Beni hızla bir yere doğru götürüyordu ama gözlerimi açmıyordum. Açamazdım. Bir daha açabileceğimden şüpheliydim. Sinirden titriyordum.

Beni bir yere oturttu. Ve ellerini tişörtümün kenarına takarak kafamdan çıkarıp attı. Pantolonumu da çıkardı. Sadece onun şort çamaşırıyla durdum. Gözlerimi açmadım. Açmadım. Açamadım. Saçlarımdan damlayan bir damla kan sırtıma düştü. Yağmur yağsın diye ağlamak istiyordum.

Omuzlarıma bir şeyin değdiğini hissettim. Kat gibi kokuyordu. Kollarımı geçirdim ve Kat'in önümü bağladığını hissettim. Bir şeyler döktüğünü duydum ve yüzümü silmeye başladı. Saçlarımı elleriyle geriye doğru tarayarak kafama bir şey geçirdi. Bir bere? Gözümü açıp nerede olduğuma bile bakamıyordum. Tehlike geçmiş miydi? Güvende miydik? Beni bırakıp gidecek miydi?

"Beni bırakma," diye mırıldandım zorlukla.

Yüzümü avuçlarının arasına aldı ve dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu.

"Asla!" dedi dişlerinin arasından.

Kat yüzümü bırakıp geri çekilirken, gözlerim kendiliğinden açıldı...

O gözünü kan bürümüş bir yaratık değildi.

Altındaki pantolonu hariç üzerinde hiçbir şey yoktu. Göğsündeki ve karnındaki eski yara izleri boğazımın düğümlenmesine sebep oldu. Üzerimde Kat'in trençkotu vardı ama kanlı değildi, sanırım yedeklerindendi. Arabasının bagajına oturtmuştu beni. Panayırın dışındaki ağaçlık bir alandaydık. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Boynundaki madalyonun ucunu okşadım.

Hayır, hayır, o gözünü kan bürümüş bir yaratık değildi.

O bir savaşçı melekti.

Ve o benimdi.

Kurban: 13. BakireHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin