“Brian’la geri dön Jessie. Çıkışta da zaten o alacak. Kalmana gerek yok,” dedim arka koltuğa bakmak için dönerek. Brian arabayı Yeşil Düş’ün önüne park etmişti.
“Huysuzluk yapma da Jessie de seninle içeriye girsin,” dedi Brian kaşlarını çatarak. Yüzüne baktım. “Hatta seni sıkacağını bilmesem ben gelirdim,” dedi. Gözlerinde ilgi vardı.
Jessie arabadan çıkmış, kafeye doğru yürümeye başlamıştı bile. “Teşekkürler Brian. Akşam için planını bozduysam çok özür dilerim.”
Gözlerini devirdi. “Saçmalama. Yarım saatimi size ayırmak benim için problem olmaz,” dedi ve dikkatle gülümseyerek omzuma koydu elini. Hafifçe okşarken gözlerime baktı. “Keşke beraber daha çok vakit geçirsek.”
Gülümsedim. Sanki imasını anlamamışım gibi… Kafamı yana eğdim, “Zaten sürekli birlikteyiz. Tekrar teşekkürler,” dedim ve kapıyı açarak dışarıya atladım. Yağmur atıştırmaya başlamıştı. Gökyüzü grinin koyu bir tonuyla kaplanmıştı. Kırmızı şemsiyemi açtım ve çantamı sırtıma taktım. Kaldırıma çıkarak Brian’ın gitmesini bekledim. Hafifçe elini salladığında ona karşılık verdim.
O anda onu gördüm. Karşı kaldırımda, camekân vitrinin önünde duran karartıyı. Kafasında büyük bir kapüşon vardı ve siyah, dizlerine kadar gelen bir mont giyiyordu. Pantolonu da siyahtı. Sadece dudakları görünüyordu ve onları da bu uzaklıktan seçemiyordum. Kalp atışlarım öfke ve gerginlikle hızlanmaya başlamıştı. Henüz saat öğlen üçtü ve bu saatte benim peşimde dolanmaya nasıl cüret ediyordu?!
Yutkundum ve geriye doğru bir adım attım. Caddeden büyük bir otobüs geçti ve esen rüzgarla birlikte çantamda, kollarımda ve belimde garip şeyler hissettim. Etrafıma bakınmaya çalıştım. Karşı caddeye ve vitrine baktım ancak önü boştu. Hiç kimse yoktu… Hızla kafeye doğru koştum ve çıngırak sesi yankılanarak geldiğimi duyurdu.
“Hoş geldin canım. Bugün erkencisin ve fazladan kollarla gelmişsin,” dedi Meredith yedek önlüklerden birisini beline dolayan Jessie’yi göstererek. Buraya geldiğinde çalışırdı ancak bir şartla… Kendi kıyafetleriyle çalışırsa… Şimdi mavi çizmeleri ve minik kot şortuyla, üzerine bağladığı somon rengi önlük yardım çığlığı atıyordu. Gülümsemeye çalıştım ama başaramadım.
“Selam,” dedim sessizce. Üzerimi değiştirmek üzere arka tarafa giderken Jessie’yle bakışlarımız kesişti ve kaşlarını çattı. Soyunma odasının kapısını çarparak içeriye girdim. Siyah pantolonu üzerime giydim. Ceketimi çıkarmak üzereydim ki içeriye Jessie girdi.
“Sorun ne? Hayalet görmüş gibisin,” dedi ciddi bir ifadeyle. Onu her zaman bu şekilde görmek mümkün olmuyordu.
“Onu gördüm Jess. Yolun karşısındaydı.”
Gözleri büyüdü ve iri birer fincan altlığına dönüştü. “Emin misin?”
Elimi yüzümle sildim ve gözlerimi yumdum. “Bize bakıyordu. Kapüşonu vardı. Yüzünü tam olarak göremedim ama kafeye doğru dönüktü. Ve… Ve o… Birkaç saniye içerisinde kayboldu.” Tıpkı Bay Vincent’ın söylediği gibi… İnsan olamayacak kadar hızlı bir şekilde, diye eklemedim.
Kollarını göğsünde kavuşturdu. “Bu da ne demek?”
“Bilmiyorum. Bir an için oradaydı. Bir an sonraysa gitmişti.”
“Polise bunu anlatamazsın. Seni deli olarak damgalarlar,” dedi kaşlarını çatarak. Ellerimi ceketimin cebine soktum. Elim bir şeye çarptı. Sert ve ince bir şeye. Elimi ve elime çarpan şeyi beraberinde çıkardım. Dikdörtgen beyaz bir kâğıttı bu. Üzerinde yine aynı el yazısıyla yazılmış bir şey vardı. Kâğıdı Jessie’ye çevirirken konuştum.
“Sanırım böylece beni kovalayanla, not bırakanın aynı kişi olduğunu kabul edebiliriz,” dedim kendimden beklemediğim bir şekilde sakin sesle. Jessie’nin gözleri kâğıtta dolaştı ve bana baktı. İçlerinde korku vardı. Artık kendisini benim için bile güçlü gösterecek halde değildi. Kâğıda bir kez daha baktım:
-Kimseye güvenme.
“Bu kadar uğraşı beni korumak için mi çekiyor? Uyarmak için? Neden yüzüme karşı konuşmuyor?”
Jessie cevap veremiyordu. Donmuş bir halde bana bakıyordu. “Tabii bazı şeyleri gizlemek istemiyorsa…” diye devam ettim.
“Ne gibi?”dedi Jessie. Sesini toparlamıştı ve yüzü de fena durmuyordu.
“Mesela yüzünü. Onu hep kapalı tutuyor.”
“Belki çirkin bir yüzü vardır. Bir yara, leke ya da yanık.”
“Ya da tanınan bir yüzü vardır,” dedim. Kaşlarımı çattım. “Belki de yüzünü birilerine tarif etmemden korkuyordur.”
“Peki, ama tüm bunları nereden biliyor?”dedi Jessie öfkeyle ve metal giyinme dolabına bir tane vurdu. Ceketimi ve gömleğimi çıkardım ve dolabın içine koydum. Somon rengi tişörtümü giyerken düşünüyordum.
“Belki de bu ilk kez olan bir şey değildir,” diye fısıldadım. Kaşlarını çattı.
“Nasıl yani?”
“Bay Vincent’ı duydun… Yüzyıllardır süren ayinler var. Ya bu da öyle bir ayinse? Hatta ya bu o ayinse?”
“Saçmalıyorsun,” dedi gülerek. “O kadar da karmaşa yaratmanın gereği yok.”
“Ama bu bir ayin! Bu çok net. Polisten, bulunan kızların bedenlerindeki kanların çekilip çekilmediğini soracağım!”
“Bu delilik Angel! Bir an için bunun doğru olduğunu kabul edelim. Ya çekildiyse? Bunu onlara nasıl açıklayacaksın? Bunu nereden bildiğini?”
“Derste dinlediğimi ve aklıma geldiğini söylerim,” dedim tek kaşımı havaya dikerek. Yaka kartımı düzgün bir biçimde göğsümün üzerinde sabitledim. Saçlarımı sımsıkı bir şekilde topuz yapmaya çalışıyordum.
“Dün seni kovaladı ve uyardı diyelim. Ama sıradaki kız sen olmadın. Neden Rachel’ı değil de seni uyarıyor?”
“Belki de o benim koruyucumdur,” dedim sırıtarak. Profesörün dedikleri aklıma geldi. Altıncı cennetin koruyucu kılıcı… Ah, keşke…
Jessie kahkaha attı. “Ama neden sen? Bu artık iyice sarpa sardı ve hiç hoşuma gitmiyor. Boktan bir kan ayinine kurban gitmeyeceksin. Bunu araştırmayacaksın. Ve o aptal koruyucu mu, yoksa takipçi bir sapık mı olduğunu anlamadığımız adamı gördüğünde bacaklarının arasına tekmeyi indireceksin.”
“Ama ya o asiller gerçekse…”
“Vampirler demek istedin herhalde.”
Nefesimi tuttum. “Belki bir çeşit hastalıktır. Ve vampir miti öylece ortaya çıkmıştır. Ama-” Konuşacakken birden çenemi kapalı tutmam gerektiği aklıma geldi. Güneş altında yürüyen iki kişinin rivayetini anlatmamalıydım. Ayrıca bugün iki tane kimseye güvenmemem gerektiğiyle ilgili uyarı almıştım. Tabii ki Jessie’ye güvenmediğimden değil, onun başını daha fazla bu belaya sokmamak için dudaklarımı ısırarak sustum.
“Ama ne?”
“Hiç. Yok bir şey.”dedim ve sustum. Ardından gözlerimi ayakkabılarına diktim. “Jessie. Bay Vincent’ın bugünkü anlattıkları öylesine bir konu değildi,” diye fısıldadım. “Özellikle seçmişti ve bize bir şey anlatmaya çalışıyordu. Ona ne olduğunu sorduğumda, zaten çok fazla konuştuğunu ‘onların’ bundan hoşlanmayacağını söyledi.”
Çenemde elini hissettim. Yüzümü havaya kaldırdı. “Bana bak,” dedi öfkeyle. “O adam kafayı yemiş. Beni anlıyor musun? Bu boktan saçmalıklara inanarak kendini üzmeye devam edersen seni pataklayacağım. Anlaşıldı mı?”
“Evet,” diye mırıldandım. Ama anlaşmamıştım. Takip ediliyordum ve bu beni delirtiyordu. Bay Vincent korkuyordu. Dönünce o kitabı bulmam gerekiyordu. Hiçbir kuvvet beni farklı bir şeye inandıramıyordu işte. Belimde ellerini hissetmiştim! Cebime notu koyabilmek için dibime kadar gelmişti. Bedenim kararlılıkla doldu. Kaşlarımı çatarak odaklandım. Kendimi yem yapmak gibi bir niyetim yoktu.
Tam o sırada içeriye Dominic girdi. Derin bir nefes alarak buna minnettar oldum. Jessie sanki bir düğmeye basmış gibi değişmiş ve cilveli bir şekilde gülümsemeye başlamıştı bile. Kafamı iki yana sallayarak kapıya doğru yöneldim.
“Dommy… Dommy… O kaşındaki yeni piercing mi?”diye fısıldadı.
Dominic yüz ifadesini hiç bozmadan dolabına doğru yürüdü. İri bedeni odayı doldurmuştu. Yandan Jessie’nin şortuna doğru bir bakış attı. “O bacakları belime saracaksan daha çok piercing görebilirsin,” dedi elini pantolonun önüne sürterek.
“Öğk!”dedim yüzümü buruşturarak. Ama Jessie bunu iltifat olarak almış gibi görünüyordu. Yavaşça Dominic’e yaklaşıyordu. Gözlerimi tavana dikerek yavaş adımlarla çıktım ve kapıyı kapattım. Tezgâhın başına döndüm. Siyah pantolonumun üstüne somon rengi küçük önlüğü bağladım.
Ellerime eldiven geçirerek cam kapakların altındaki kurabiyeleri düzenlemeye başladım. Her kapağı kaldırdığımda başka bir dünyanın lezzeti beni gezintiye çıkarıyordu. Kitabımı da unutmuştum. Hoş yanımda olsa da okuyabileceğimden şüpheliydim. Taze kahveleri doldurdum ve çalıştırdım. Mis gibi kahve ve kurabiye kokuyordu. Mutfakla bağlantı olan çift kapaklı pencere açıldı ve iki pasta çıktı ortaya. Vitrine yerleştirdim. Diğer tezgâha geçerek orayı da temizleyip düzenledim. Pasta bölümü ve yemek bölümü görünmeyen sınırlarla ayrılmıştı.
Tezgâhın üzerine bakmak için eğildiğimde çıngırak sesi geldi. Doğrulmadan kafamı kaldırarak baktım. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu sanki. Ve o anda onu gördüm. O kadar uzun boyluydu ki! Omuzları geniş ve yapılıydı. Üzerindeki siyah trençkot geriliyordu. Önü açıktı. İçindeki siyah kazağı ve lacivert kot pantolonunu görebiliyordum. Ayağında büyük, siyah asker postallarından vardı. Boynundaki ekoseli atkı üzerindeki en renkli şeydi. Adam tam anlamıyla gece gibiydi… Saçları siyah ve dalgalıydı. Hatta kıvırcıktı. Ensesinin ortasına kadar iniyordu. Gözleri akik kadar siyah ve parlaktı. Ve o gözler tam gözlerimin içine bakıyorlardı. Kendimi toparlamaya çalışarak eğildiğim yerden kalktım.
Adam bir an kafasını havaya doğru kaldırdı ve hafifçe havayı kokladı. Tereddütle onu inceliyordum. Dudakları dolgun ve renksizdi. Cildi beyazdı ancak gözlerinin siyahlığı onu daha da tezatlaştırıyordu. Elmacık kemikleri çıkık ve burnu düzgündü. Kusursuz görünüyordu! Kusursuz!
O yavaş adımlarla ilerleyip cam kenarına gitti ve benim masalarımdan birisine oturdu.
“Dommy’nin neresinde piercing olduğunu duysan küçük dilini yutarsın!”dedi Jessie gülerek. Hafifçe sıçrayarak ona baktım. Saçları dağılmıştı ve kırmızı rujunun çoğu gitmişti. Kafamı tekrar o masaya çevirdim. Adam ellerini masanın üzerinde kavuşturmuş camdan dışarıya bakıyordu.“Hay canına yandığım! İnsan olamaz bu herif! Gökten düşmüş bir melek!”diye inledi Jessie.
Kimden bahsettiğini anlamak için ona dönmedim. Menülerin durduğu rafa gittim ve bir tane çektim. Titreyen ellerime ve bacaklarıma küfrederek derin bir nefes aldım. Neyim vardı benim? Jessie yanımda belirdi.
“Lütfen Ang… Lütfen!”
“Ne?”dedim tek kaşımı kaldırarak.
“Senin masan biliyorum ama ben bakabilir miyim?”
İçimden bir ses ‘hayır!’ diye bağırdı. “Bugünkü kotanı doldurmadın mı?”dedim kaşlarımı çatarak. “O müşteri Jessie. Müşterilerle samimi olmamız yasak. Meredith bu kadarına izin vermez,” dedim yavaşça. Jessie’nin kaşları havaya kalktı. Sonra açık ağzını kapattı ve gülmeye başladı.
“Ne?”dedim kaşlarımı çatarak.
“Sonunda küçükhanımın hormonlarını harekete geçiren birisi…”dedi dilini dudaklarında dolaştırarak.
“Saçmalıyorsun.” Tezgâhın önüne geçtim.
“Kıskanç kedi gibisin,” dedi ve arkasını döndü. Kıvırarak yürürken kalçalarını dansçı gibi hareket ettiriyordu.
“Hey! Buraya gel!”dedim sinirle. Dönüp omzunun üzerinden baktı. “Masaya bak. Sanırım mutfaktan bana sesleniyorlar. Harper’ın sesini duydum,” dedim menüyü tezgâhın üzerine atarak. İkili ahşap kapıdan geçerek kendimi mutfağa attım. İçimden hıçkırarak ağlamak geliyordu. Bana neler oluyordu?
“Neyin var Angel, güzelim?”dedi Mary ağır İrlanda aksanıyla. Mary, Harper’ın eşiydi ve garsondu. Benim gibi… Kızıl saçları ve yeşil gözleriyle hala genç ve güzeldi. Eşi Harper’sa içtiği sigaralardan ve yaptığı yemeklerin yarısını yediğinden kırk yaşından çok daha büyük görünüyordu.
“Bir şeyim yok. Sadece gerginim. Dün işten sonra okula dönerken birisi beni takip etti. Dün gece yine bir kız kaçırıldı,” dedim kendimi metal sandalyelerden birisine bırakırken. Mary’nin yeşil gözleri kocaman olmuş, çilli yanaklarının rengi çekilmişti.
“Aman Tanrım! Angel! Polise haber verdin mi?”
“Endişelenecek bir şey yok. Gereken her şeyi yaptım ben tatlım,” dedim gülümseyerek.
“Sana yakışmayan insanlarla arkadaşlık yapıyorsun! Ve bütün kötü şeyler sana oluyor!”dedi sert bir ses. Çok kalındı. Kafamı çevirdim. Mikhail, Harper’ın arkasındaki karınlıktan çıkmış öfkeli bir şekilde bakıyordu. Elleri yanlarında yumruk olmuştu. Bu bana özel bir şey değildi. Mikhail, kafede çalışan her kadın için bu şekilde koruyucuydu. Bir keresinde Mary’i ağlatan bir müşterinin ağzını burnunu dağıtmıştı. Hem de Harper’dan önce… Ayrıca benim gibi öğrenci olan ve burada çalışan Vicki’ye laf atan bir grup serseriyi tek başına dışarıya çıkarıp pataklamıştı.
“Arkadaşlarımı tanımıyorsun.”dedim oturduğum sandalyeden kalkarak. “İlgin için teşekkürler ama onlar hakkında kötü şeyler söyleme lütfen. Sana kızmak istemiyorum.”
“Ama-”
“Ang, bu herif yakışıklı bir öküz! Sen ilgilenebilir misin?” Jessie mutfağın kapısından hışımla dalmış, elindeki menüyü sallayarak bana bakıyordu. Gülümsedim.
“Tabii ki.”diye mırıldandım Mikhail’e kaşlarımı çatarak bir bakış atarken. “Ne oldu?”dedim yanına vardığımda. Birlikte kapıdan dışarıya çıktık. Adam köşedeki masasında oturuyor ve kitap okuyordu. Kafe tarafına mini bir kitaplık koymak benim fikrimdi ve Meredith de kabul etmişti. Bazen okumayı seven ve kitabını unutan müşteriler oluyordu. Jessie bezgin bir bakış attı.
“Bana yandan bir bakış attı ve bacaklarıma baktı. Sanırım sizin üniformalarınızdan farklı olunca hoşlanmadı. Yüzüme bile bakmadı, inanabiliyor musun? İsteyeceği şey bir kahve ve bana söylediği şey; daha deneyimli bir garsonun onunla ilgilenip ilgilenemeyeceği! En kötü ne yapabilirim Tanrı aşkına? Kahve yerine zift mi götürürüm?”
Onun öfke nöbetinin geçmesini bekledim ve menüyü tek kolumla göğsüme bastırırken Jessie’ye Dominic’i işaret ettim. “Sanırım sana söylemek istediği bir şey var.”
Bakışları hemen onu buldu ve yüzünde kendinden emin ve seksi bir gülümseme belirdi. Dominic Yeşil Düş’ün bulaşıkçısıydı. Geceleriyse, Zindan’da basgitar çalıyordu. Şimdi yatan saçları gece dimdik oluyor, gözlerine sürmeler çekiyor ve kaşlarına, dudaklarının kenarlarına, burnuna değişik şekillerde piercingler takıyordu. Zindan, Mision Center’ın en gözde barıydı. Aşırı büyüktü ve Mision Center’ın suçlu gençlerinin mabediydi. Giriş için birilerini tanımak, dövmek, öldürmek ya da kısa yoldan becermek gerekiyordu. Sanırım, Jessie bizim için bedava giriş ayarlıyordu. Keşke Dominic’in bana zaten geçiş hakkı verdiğini söyleseydim. Tanıma hakkımı kullanmıştım. Kafamı iki yana sallayarak masaya doğru ilerledim.
Kafe bugün oldukça tenhaydı. Sadece beş altı masa doluydu. Ve çoğu Mary’nindi. Yavaş adımlarla cam kenarındaki masaya ilerledim.
“Yeşil Düş’e hoş geldiniz.”dedim en güvenli ses tonumla. Sevimli ancak laubali değildi. Adam kitaptan kafasını kaldırmadı ve yavaşça sayfayı çevirdi. Parmakları uzun ve düzgündü. Parmakları kesilmiş eldivenlerden takıyordu. Eğildiği için birkaç tutam kıvırcık saç alnına dökülmüştü. “Menüyü bırakıyorum, siz istediğinizi belirlediğinizde geri-”
“Kahve. Koyu, sert, şekersiz ve sütsüz.”dedi ve konuşmak için açık olan ağzımı kapattım. Sözümün kesilmesinden nefret ederdim. Başımı aşağıya doğru indirdiğimde adamın kafasını kaldırdığını ve kısık gözlerle beni incelediğini fark ettim. Gözleri öylesine siyahtı ki! Tıpkı gece gibi… Koyu kahverengi değildi, hayır. Siyahtı… Ama uzaktan göründüğü kadar kusursuz değildi. Kaşının üzerinde eski bir kesik izi vardı. Ve o dolgun dudağının sol kenarında. Sanki birisi onun asık suratıyla oturmasına sinir olmuş ve onu zorla gülümsetmişti.
“Yiyecek bir şey ister misiniz?”dedim o deri trençkotunu çıkarıp yanındaki sandalyeye bırakırken. Trençkotu görünce bir adım geriye gittim. Adam hızla başını hareket ettirerek bana baktı.
“Sizi ürkütmek istemedim. Islanmış,” dedi yüzünü buruşturarak. Beni ürküten o değildi. Erkeklerin hepsinin üstünde bu tarzda uzun şeyler vardı. O kadar sıradandı ki. Tüm erkekler beni korkutuyordu artık!
“İsterseniz içeride kurutabilirim.”dedim gülümseyerek. Tabii ceplerini de karıştırabilirim…
“Size zahmet vermek istemem. Yeterince meşgulsünüz zaten. Yiyecek bir şey istemiyorum. Ama çok güzel bir şey kokuyor. Gitmeden ondan yemek isterim.” Yüz ifadesini ne kadar iyi kontrol edebiliyordu. Saçlarındaki damlaların üzerine ışık düştüğünde hafifçe parladı. Adamın yüzünden zorlandığının izleri geçiyordu. Sanki kibar olmaya alışık değil gibiydi. Eh, zaten Jessie de öküz olduğunu söylemişti ama hiç öyle bir hali yoktu.
“Zencefilli kurabiye.”dedim profesyonelce gülümseyerek. İfadesizce bakmaya devam etti ve sonra derin bir nefes aldı.
“Sanırım bu kadar.”dedi tek kaşını kaldırarak.
“Kurabiye istiyor musunuz?”
Kaşları bir an için havaya kalktı. “Şu anda değil. Belki ikinci kahveyle birlikte.” Kafasını eğip okuduğu şeye döndüğünden bende geri döndüm. Ne kadar da garip bir adamdı.
Mutfağa listeyi verdim ve geldiğinde kahvesini götürdüm. Kafasını kaldırıp bakmadı veya bir şey söylemedi. Sanki çok sürükleyici bir macera romanı okuyor gibiydi. Masalardaki müşterilerle ilgilendim, kirli tabak bardakları toparladım, arada sırada Jessie’yle birbirimize laf atıp gülümsedik. Zaman hızlı bir biçimde geçti.
“Karanlık ikinci kahvesini de bitirdi.”dedi Jessie yavaşça etrafımda dönerken. Adama şimdiden isim takmıştı ve ona ‘Karanlık’ diyordu. Gülümsedim ve oraya yönelerek bardağı aldım. Bir şey söylemedi. Ben de sormaya çekindim çünkü kitabına gömülmüş gibiydi. Arkamı döndüğümde hafifçe seslendi.
“Kurabiye gelmedi.” Şaşkınlıkla ona döndüm. Kafasını kitaptan kaldırmıştı ama bana bakmıyordu. Camdan dışarıya bakıyordu. Hava kararmıştı ve bir saat içinde vardiyam bitecekti. Dudağını büktü hafifçe.
“İsteyip istemediğinizden emin olamadım.”dedim üzgünce. Dudağının sol kenarındaki kesik büzüşmese adamın gülümser gibi olduğunu hayatta anlamazdım.
“Benimle siz diye konuşmak zorunda değilsin. Böyle şeylerden hiç hoşlanmam. Samimi bir kafe diye buraya geldim. Ve o kurabiyeden istiyorum.”
Gülümsedim ve bu kez gözlerime kadar ulaştı. “Sıcaklarından getireyim.”dedim ve arkamı dönüp hızla uzaklaştım. Tanrım! Tezgâhın arkasından bir kol uzanarak, hızla o tarafa çekti. Jessie’nin mavi gözlerinin dibindeydim.
“O adam güldü mü?”diye tısladı.
“Bana daha çok gaz sancısı varmış gibi geldi.”dedim kıkırdayarak.
“Angelica Rosso! Onun daimi müşteri olması için her şeyi yapmalısın!”diye hırsla fısıldadı.
“Onun bir öküz olduğunu söyledin!”dedim tek kaşımı kaldırarak.
“Yakışıklı bir öküz, seni kas kafalı.”dedi ve sırıttı. “Masalardaki kadınlara bir bak, gözleri fır dönüyor hepsinin.”
“Gerçekten mi?”dedim gözlerimi iri iri açarak.
Kafasını iki yana salladı. “Hayal kırıklığısın Rosso.”
“Kendi işine bak Felton.”dedim ayağa kalkıp üstümü başımı düzeltirken. Mutfağa bakan pencereden kafamı uzattım. “Harper, zencefilli kurabiyeden gönder. Sıcak istiyorum!”
“Beş dakikası var.”
“Peki.”
Bakışlarımı tekrar Jessie’ye çevirdim. “Kalk oradan da bir işin ucundan tut.”
Cilveli bir şekilde gülümsedi. “Ödülüm ne olacak?”
“Ne istersin?”dedim gözlerimi kısarak.
“Yarın benimle Zindan’a geleceksin.”dedi ve kaşlarını kaldırdı. Tam ağzımı açıyordum ki aklıma geldi.
“James?”dedim tek kaşımı kaldırarak. Elini havada salladı boş versene der gibi.
“James hep orada takılır zaten.”
Elinden tutup ayağa kaldırdım. Üstünü silkelerken, ben de bir tabak dolusu kurabiyeyi aldım ve tepsiye yerleştirdim. “Peki ya, vampirler? Sence öyle karanlık ve herkesin sarhoş ya da kafaları çekmiş oldukları yerlerde dolaşmazlar mı?” Tepsiyi elime alarak dengeledim.
“Vampir diye bir şey olsaydı sanırım orada takılırlardı. Haklısın.”dedi sırıtarak. “Tanrı aşkına kes şunları artık. Bak o sapık herif artık peşinde değil-”
“Daha beş saat önce cebime not koydu.”diye hatırlattım. En azından ürpermemiştim. Korkak kıza bir puan! “Bu iş hoşuma gitmiyor.”
Sakin adımlarla yanından ayrıldım ve kitabın satırlarını hızlı bir şekilde gözden geçiren adamın yanında durdum. Jessie yanımda bitiverdi. Kolumun kenarından kafasını uzatmış, iri mavi gözlerini kocaman açarak bakıyordu.
“Eee yarın ‘vampirlerin’ takıldığı bara gelecek misin?”dedi vampirleri vurgulayarak. “Hadi ama Angel.” Koluma asılıyordu. “Lütfen!!”
Adam başını kaldırmadı ama gözlerini kaldırıp bize baktı. Siyah gözleri gece gibiydi. İçinde yıldızlar parlamıyordu ancak kendi halinde parlıyorlardı. Ve dikkatli bir şekilde odaklanmış Jessie’ye bakıyordu.
“O kadar tehlikeli şeylerin olduğunu düşündüğün bir yere neden gitmek isteyesin?”dedi gözlerini tekrar kitabına eğerek.
“Bana bak kasıntı-” Sesi yandan yediği dirseğim sayesinde bir garip çıkmıştı. “Öyle bir şey olmadığına göre sorun yok.”
Kitabın kapağını kapattı ve dikkatle yüzüne baktı. Tek kaşı havaya kalktı. “Emin misin?”
Cebinden çıkardığı parayı masaya bıraktı ve hızla siyah, deri trençkotunu giydi. “İyi geceler Angel ve onun garip arkadaşı.”dedi. Gülümsemiyordu. Zaten hiç gülümsememişti ki. “Başınızı beladan uzak tutun.”
Tam anlamıyla ayakta durunca ve ben tam yanında kalınca nefesim kesildi. Adam sanki bir… devdi! Tam anlamıyla devasaydı! Bir iki adım geriye gittim ve kendi ayaklarıma takıldım. Adamın gözlerinde bir ışık yanıp söndü. Sanırım gülümsemeye çalışmıştı. Hızlı ve kendinden emin adımlarla kapıya gidip trençkotunun yakasını havaya kaldırdı. Dışarıda yağmur başlamıştı.
Kapıdan çıktı. “Ne garip bir herifti böyle.”dedi Jessie yüzünü buruşturarak. “Böylelerini görünce yakışıklılığın her zaman işe yaramadığına kanaat getiriyorum.”
Masadaki hiç dokunulmamış kurabiye tabağını aldım. Kafamı yana eğdim. “Aslında kendi halinde sevimliydi.”dedim.
Jessie dirseğiyle karnımı hafifçe dürttü. “Vay vay… Bakire kızın hormonları tavan yaptı.”
“Jessie!”
“Ne? Yalan mı? Yüzünü görmen lazım,” dedi kahkaha atarak. “Ayrıca böyle adamlara sevimli denmez. Bu adam kadını yatağa çiviler.”
“Bak sen üstat… Ne denir?”
“Ölümüne seksi. Şeytan’ın çırağı. Orgazmın efendisi. Aygır-”
“Peki! Peki, peki, peki! Anladım! Lütfen sus artık.”dedim ve tabağı onun eline tutuşturdum. O yanımda öylece dikilirken masadakileri kaldırdım. Kitabın arkası dönüktü. Çıkmadan önce son sayfayı okuduğunu görmüştüm. Atlayarak gitmişti sanırım. Hatta emindim. Bir iki saatte tüm kitabı okuyacak hali yoktu. Önünü çevirdim. Bir cinayet romanıydı. Kaşlarımı çattım.
“Eee yarın geliyor musun?”dedi Jessie dikkatimi kendi üzerine çekmeye çalışarak.
“Tamam, gideriz.”diye fısıldadım. Pencereden karanlık ve yağmurlu geceye baktım. Hiç kimse yoktu. Ne karanlıkta bir gölge, ne süper hızlı bir siyahlık ne de o adam…
Kimse yoktu. Sadece sessiz karanlık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurban: 13. Bakire
FantasiaSiz bilmeseniz de, onlar var. Karanlıkta yaşıyorlar. On üç yılda bir yapılan bir ritüelle sadece biri güneşin altında yürüyebiliyor. Dikkatli ol! Arkana bak, yanındakine güvenme. Kendini hayatın için savaşmaya hazırla. Sana ulaşmalarına çok az kal...