"Günaydın Sevgilim" diyor, içime işleyen delici bakışlarıyla. Hareli ela gözlerinde eriyor benliğimin tüm katmanları o anda. "Günaydın" diyorum ürkekçe, bembeyaz yastıklara yayılmış uzun saçlarımı toplamaya çalışırken. "Bırak dağınık kalsın Afrodit. Hatta daha da dağıtalım onları" diyerek yüzüne, boynuna doladığı kuzguni siyah yığının arasında kayboluyor. Uzak adaların kokusunu duyarcasına içime dolduruyorum buğday teninin kokusunu. Bu anın içine hapsolmak ve öylece kalabilsek istiyorum. 'Kuş olup uçup yaşamını, hatta rüyalarını seyretmek isterdim Ömer' diye geçiriyorum içimden.
Aniden üzerindeki saç yığınını eliyle yavaşça kaldırarak "Çok güzelsin! Sabahın köründe bu kadar güzel olmaya hakkın yok!" diyerek derin bir iç çekiyor ve hararetli bir öpücük konduruyor dudaklarıma. Ruhumun sarhoşluğu yayılıyor tüm bedenime.
"Gitmem gerekmese görürdün gününü ama geç kalıyorum" diyerek duşa girmek için atlıyor üzerimden. Hafifçe kenara çekiliyorum gülümseyerek. Olimpos Dağının kalbinde yaşayan Zeus'un Afroditiyim o anda. Gerçek dünyayla aramda kalın bir perde var. Yatak odamın penceresine uzanmış manolya ağacıyla göz göze geliyoruz bir anlığına. Onun çiçeğe durduğu baharlarda, boğazımı sıkan elin nefesimi kestiği ve ruhuma hiç bahar gelmeyeceğini düşündüğüm zamanlar geçiyor hızlıca aklımdan. Hüzünlü bir çöküntünün sınırlarına gidip dönüyorum Olimpos'un kalbine yeniden.
Ellerim ensemde, yatarak tatlı sarhoşluğumun keyfini çıkarırken, duman rengi halının üzerine dağılmış giysilerini toparlayan Ömer'i seyrediyorum. Çevik hareketlerle zıplayarak giydiği siyah pantolonunun üzerine geçiriyor yakasız siyah tişörtünü. Askıda duran haki kanvas ceketini giyerken kemerinden hafifçe taşan göbeğini içine çekiyor ve aynaya yansıyan uzun bedenini inceliyor. Alacağı yanıtı çok iyi biliyor olmanın verdiği güvenle "Bir faulüm yok değil mi? Nasıl görünüyorum?" diye soruyor.
Yataktan kalkıp gece mavisi saten sabahlığımı geçiriyorum üzerime ve yüzünü öpücüklere boğuyorum. "Bu saçlar olmamış çok kötü diyerek elimle dağıtıyorum." Gülerek, "Yapma dur! Gitmem gerek. Ben de bayılmıyorum hafta sonumu testosteron mangasıyla geçirmeye, tercihimi biliyorsun" diyor geniş alnına düşen, kırlaşmış dalgalı saçlarına tekrar şekil verirken. Sokak kapısının arkasına yaslayıp, konuşmaksızın hararetle öpüyor çıkmadan önce. Ömer'in hayalinin hâlâ durduğu aynadaki yansımamı inceliyorum ardından. "Çok güzelsin" sözcükleri vadideki seslerin yankılanması gibi dönüp duruyor beynimde. İnce narin bedenimden gözlerimin kenarlarına yerleşmeye başlayan çizgilere, oradan da yer çekimine yenilmemek için hâlâ direnen yuvarlak göğüslerime indiriyorum bakışlarımı. Uykusuz geçen gecenin daha da belirginleştirdiği burnumun kenarından inen derinliği, çıkık elmacık kemiklerimi yüzümü gererek yok ediyorum.
Yorgun yansımamı aynada bırakıp, hızla terk ediyorum sönmüş aşk ateşi kokan yatak odamı. Çay demlemek için mutfağa girdiğimde dün geceden beri beni içine çeken mutluluk anaforu yerini yavaşça buruk bir hüzne terk ediyor. Lavabonun önündeki demir parmaklıklı pencerede sıralanmış sardunyalarım, Olimpos'un bereketli kalbinden dünyanın çorak topraklarına alıveriyor beni. Ömer'den kalan güneşli ruh halimi parçalı bulutluya dönüştürüyor, ruhumu ortadan ikiye ayıran med cezirlerim. İyilik halimin miadı iki oda arası mesafe kadar. Kendimi iyi hissetmek için camın önüne sıraladığım sardunyalar bile cehenneme giriş biletim. Yalnızlığımı, hüznümü, çaresizliğimi hatırlatıyorlar bana. Ömürleri kısa da olsa çok sevdiğim papatyaların camın önünde daha iyi olacağını düşünüyorum bir süre, bahçeyi seyrederken. Annemin her bahar pencerenin önünden eksik etmediği petunyalar geliyor aklıma. Anılarımda yeri olmayan bir çiçek ararken bana münasip olanın kaktüs olduğuna kanaat getiriyorum. Çiçeklere, eşyalara, şarkılara endeksli borsa gibi olan ruh halime kaktüs yakışır ancak.
Neyse ki bugün işe gitmeyeceğim. Gözüm duvardaki guguklu saatin siyah demir kuşuna takılıyor. Saatin altında sağa sola salınırken kanat çırpıyormuş gibi görünen kara kuşu izliyorum bir müddet. Sinan'ın sesini duymak istiyorum ama İtalya'da saat çok erken. Henüz uyanmamıştır, uyandıysa da afyonu patlamamıştır diye düşünerek vazgeçiyorum. Son aradığımda ağzımın payını aldım. Bilmeyen de İtalya'ya Nazi kampına yolladım sanır adamı. Roma'nın göbeğinde İşletme okusun diye ben burada onun bunun ağız kokusunu çekip kıçımı yırtayım, beyimiz üç kişilik odada kalıyorum diye afra tafra yapsın. Anlamıyorum ne istediğini. Babası olacak hodbine yapsa ya bana yaptıklarını?
Kendimi doldurmaktan vaz geçip oyalanacak bir şeyler aramaya koyuluyorum. Beyaz kanepenin üzerine gökkuşağı gibi sıraladığım yastıkların üzerine seriliyorum. O kitap, bu dergi karıştırıyorum, bugün hiçbiri kesmiyor can sıkıntımı. Buzdolabını açıyorum ne yapacağımı bilmez halde. Mağaza vitrini seyreder gibi bakıyorum uzunca bir süre. Çocukluğumdan beri severim buzdolabı seyretmeyi. Ne kızardı annem. "Alacağını al çabuk, bozacaksın buzdolabını," diye azarlarken bir yandan "Kambur leylek gibi bakma öyle, dik dur" diye sırtımı çimdiklerdi. Ah anneciğim, yaşasan her şey farklı olur muydu acaba öyle merak ediyorum ki. El alem ne der diyerek hayatını zehir etmekten vaz geçer, bizi anlamaya çalışır mıydın? Neredeyse senin öldüğün yaşlara yaklaşıyorum. İşin tuhafı ben de çocuğumu anlamakta güçlük çekiyorum. Önüne engeller, setler dayamıyorum, bilakis yolunu açmaya çalışıyorum ama tek başıma öyle zor ki. Her şey karışıyor, hangi fişi hangi prize takacağımı bulamıyorum çoğu zaman. Asıl şimdi sana ne kadar ihtiyacım var bir bilsen anne.
Açık buzdolabının önünde, annemin özlemiyle ince bir sızı yayılıyor bedenime. Buzdolabı seyri sefama ve içimdeki sızıya raftaki semizotunu alarak son veriyorum. Musluğu sonuna kadar açıp özenle ayırıyorum yapraklarını saplarından. Oldum olası çok severim buzdolabımdan hiç eksik olmayan semizotunu. Çimen yeşili rengine, hüzünlü damla şeklinde kadifemsi etli yapraklarına, ekşimtırak tadına bayılırım. Yaz mevsiminde göründüğü gibi kaybolan canım sebze, annem de ağabeyim de sevmediğinden, neredeyse hiç pişmezdi bizim evde. Senede bir iki kere yiyebilmek için bir sonraki yazı bekler dururdum. O zamanlar, öyle şimdiki gibi yılın on iki ayı her sebzenin, meyvenin ortalıkta olduğu zaten görülmüş şey değildi. Manav tezgâhında kışın domates, salatalık, çilek görsek hayalet görmüş gibi olurduk. Yazın yaz gibi, kışın da kış gibi olduğu zamanlardı.
Turfanda denirdi mevsimsiz sebze ve meyvelere. Annemse 'zamansız' derdi turfandaya. Hasbelkader canımız zamansız bir şey isterse, şımarıklığın lüzumu yok, Tanrı istese her şeyi her mevsim yaratırdı deyip sustururdu abimle ikimizi. Ah annem, keşke görebilseydin sulu sepken kızının çimdiklerini hep sırtında hissettiğinden kambur kalmadığımı; kral olmadan krallık sahibi olduğunu sanan abimin de hayatımı nasıl kambur bıraktığını.
Geçmişin soğuk eli canımı yakıyor. Yıkadıklarımı özenle tencereye koyup pişirirken, aylardır kapağını açmadığım defterimi aramaya koyuluyorum. Annem bulmasın diye çocukluğumdan beri köşe bucak saklamanın verdiği alışkanlıkla, hâlâ sakladığım defteri, ayakkabı kutularımdan birinin içinde buluyorum sonunda. Kiminin milyon dolarlarını, benim de bir milyon anımı saklayan ayakkabı kutusundan çıkarıyorum minik hazinemi.
Zamanla tutkalı kaybolduğundan cildinden ayrılmış, sararmış sayfalarını okşuyorum kara kaplı defterimin. Ergun'la evlenmeden önce yazdığım aşk şiirlerinden birkaç tanesini gördüğümde derin bir pişmanlık dolanıyor damarlarımda. Zehra'dan başka kimseye göstermediğim şiirlerim ve kısacık yazılarımda aşktan ziyade yakarışımı, dilenciliğimi görüyorum. Yirmi yıl önce yazdıklarım canlanıyor dün yaşamışım gibi. Sayfaları yavaşça çevirirken, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten de yetişkinliğe geçerken değişen el yazımda sürüyorum yaşadıklarımın izini. Dünya demir parmaklıklarını üzerime indirdiğinde, neredeyse tek nefes alma pencerem bu defter. Herkesin aklına geleni yazıp çizdiği aforizma ülkesi Facebook'a koysam mı bazı şiirlerimi diye düşünürüm bazen. Zehra da güzel yazıyorsun, kızım paylaşsana yazdıklarını, turşusunu mu kuracaksın dese de milleti kendime güldürmeye niyetim olmadığından, gardırobun karanlıklarında mayalanır durur satırlarım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Semizotu Bilgesi
RomansEski kocası, sevgilisi, teyzesi, çocuğu ve işi arasında sıkışıp kalmış, eski kafalı modern zaman kadınlarından biri; Rüya'nın hikayesi. Kaderin elinde oyuncak olduğunu düşünen bir sürü insan gibi yaşamın yüzüne hiç gülmediğini ve gülmeyeceğini düşü...