Mutfağın hemen yanındaki oturma odasının camını kapatırken, bir yandan da ağzımdaki lokmayı bitirmeye uğraşıyordum. Sabahları fazlasıyla serin oluyordu şehir. Lokmanın son kalıntılarını da çiğnedikten sonra kahvaltı masama geri oturdum. Aslında çoktan doymuştum, fakat gözüme cennetten bir parça gibi görünen patates kızartmalarımı bitirmeden kalkmayı düşünmüyordum. Zaten ne kadar yersem yiyeyim kilo alamayanlardandım, işte yetenek diye buna denirdi.
Tabağın sonundaki patates parçalarını da ağzıma attığım sırada kapı çaldı. Normalde olsa Leman'ın açmasını isterdim, ama Leman hala annesiyle kasabadaki evinde kalıyordu. Büyük ihtimalle de yaz boyu orada kalacaktı. Bense tek bir hafta sonunu ailemle geçirip geri dönmüştüm, bu kadarı yeterdi.
Ağzım dolu olduğu için "Geliyorum!" lafı garip birkaç kelime şeklinde çıktığı sırada kapıyı açtım. Karşımda gördüğüm manzara yüzünden, yutmak için hazırlık yaptığım patates kızartmam boğazıma takıldı ve öksürmeye başladım.
Dağhan'ın evimde ne işi vardı?
Sağ elini siyah kot pantolonunun cebine, sol elini ise kapının kenarına dayamış bir halde yere bakıyordu. Ben öksürmeye başladığım sırada bakışlarını bana çevirdi ve dudağının kenarı alaycı bir şekilde yukarıya kıvrıldı. Son sürat lokmamı çiğnerken beni ittirerek içeriye girince ikinci bir şok geçirdim.
Ağzımdaki lokmayı çiğneyip çiğnememeyi umursamadan yuttum. "Senin ne işin var burda?"
Dağhan çoktan içeriye girmiş ve tabiri yerindeyse silip süpürerek yediğim kahvaltı masama göz gezdirmeye başlamıştı. Gri gözlerini benimkilere diktiğinde kapının önünde dikilmeyi bırakıp içeriye girdim.
Bugün, dünün aksine oldukça spor giyinmişti. Siyah kot pantalon ve koyu gri düz bir t-shirt üzerine, siyah deri bir ceket giymişti. Böyle giyinince daha genç görünüyor olsa da benden büyük olduğuna artık emin olmuştum. Bakışlarındaki kendinden emin tavrı her şeyi açıklıyordu çünkü.
Sanki dün küçük bir soğuk savaş veren biz değilmişiz gibi konuşmaya başladı. "Yalnız yemekten nefret ederim, nasıl yalnız yiyebiliyorsun?"
Omuz silkerek onun yanından geçtim ve masama ulaştım. Sorumu es geçmiş olması dikkatimi çekmişti, ama artık onun bu tavırlarına alışmış sayılırdım. Ben istersem olur, ben ne dersem o olur tavırlarına.
Masadaki boş tabakları toplarken benden bir cevap bekleyen bakışları üzerimdeydi. "Alışkanlık, bende yalnız olmadığımda yemek yiyemem."
Gözlerini, sanki bir şeyleri çözmek ister gibi gözlerime dikmişti. Yine ilk gözlerini kaçıran ben oldum, çok derin ve uzun bakışları vardı. Ve onun aksine ben oldukça rahatsız oluyordum, yine.
Son tabağı tepsiye yeni koymuştum ki o dumanlı tınıyı hemen arkamda duymamla durdum. "Elindekileri bırak, kahvaltıya gidiyoruz."
Hemen arkamda olduğunu bilmeme rağmen nefesimi tuttum ve büyük bir irade savaşını kazanarak ona doğru dönmedim. "Görmüyor musun, az önce yaptım ben kahvaltımı."
Sıkıntıyla iç geçirdi. Bir saniye sonra elimdeki tepsinin ağırlığı yok olmuştu. Ona baktığımda tepsiyi yeniden masaya bıraktı ve kolumdan tuttuğu gibi beni merdivenlere sürükledi. Lafın gelişi değil, resmen sürükledi. Merdivenin başında hafifçe beni yukarıya doğru ittirdi.
"Üzerine hemen bir şeyler giy, üç dakikan var."
Ağzım açık bir şekilde ona bakmaya başladığımda yine parmaklarıyla çenemi kavrayıp, yukarıya doğru ittirdi. "Iki dakika elli saniye."