İki dakika.
Büyük ihtimalle, her türlü durumu hesaba kattığımda en fazla iki dakika suyun altında kalmışımdır. Yine de o iki dakika, on dokuz yıllık basit hayatımın tamamını silip atabilecek bir güce sahipti. İnsanın hayatını tümden değiştiren anlar vardır ya, işte onlardan birini ve belki de sonuncusunu yaşıyordum. Ev-okul-Leman arasında sürüp giden sade bir hayat yaşadım. Hiçbir zaman daha fazlasını istemedim, istediysem de farkına varamadım. Küçük şeyler bana her zaman için yeterli geldi; küçük bir selam, küçük bir yatak, küçük bir kitap... Fazlası için uğraşmadım, değişiklik için uğraşmadım, yeni duygular için uğraşmadım. Çünkü istemedim.
Ama o, istemesem de geldi.
Bilincimin hala hayatta olup olmadığını kestiremediğim o saniyelerde, zihnimde sanki bütün zamanların en uzun trafiği var gibiydi. Şu zamana kadar düşünmek için tek bir çaba dahi göstermediğim tüm fikirler, tüm düşünceler intikam için yarışıyorlardı. Ve ben bunun altında eziliyordum. Biraz daha bu dinginlik içerisinde kalsaydım, nefessiz kalarak boğulmayacaktım; düşüncelerim beni boğacaktı.
Ama o, buna izin vermedi.
Ay ışığı, kapalı göz kapaklarıma rağmen varlığını hissettirirken son sürat bir hızla yukarıya çekildim. Kendimi bezden bir bebek gibi hissediyordum, nereye çekilirsem oraya sürükleniyordum. Yüzeye çekildiğim her saniye de denizin tuzlu suyu yüzümü yaladı ve sanki gerçeğe dönmem için yalvardı. Yinede zihnim her anlamda allak bullaktı. Beni kimin çektiğini merak edemeyecek kadar allak bullak.
Yüzeye vardığımızda hissettiğim ilk şey oksijenin varlığı değil, ıslak saçlarıma değen soğuk hava oldu. Sert bir kayaya çarpmış hissi veren soğuk, etkisini hiç azaltmadan devam ederken oksijeni hissettim. Ciğerlerim sanki asırlardır oksijene açmış gibi ilk nefesini içine çekti. Ardından yakıcı bir hava bütün soluk borumu sardı. Yine de öksüremedim. İkinci nefesi de çekemedim. Hiçbir tepki veremedim. Belki de çoktan kabul etmiştim yenilgiyi. Çoktan vazgeçmiştim, evet. Vazgeçmiştim. Çıpınmaya son verdiğim an, aslında vazgeçmiştim.
Ama o, vazgeçmemişti.
"Erva, gözlerini aç!"
Kulağımın hemen yanında duyduğum fısıltıyı andıran ses, usulca zihnime süzülse de yine de istediği etkiyi yaratamamıştı. Hala ikinci nefesi ciğerlerime davet edememiştim.
"Erva beni duyabiliyor musun?"
Ses bir yandan benimle konuşmaya çalışıyor, bir yandan ise hızla suyun üzerinde ilerliyordu. İskele ile sahil arası normalden daha uzundu, belli ki kıyıya gitmiyorduk. Çünkü çok kısa bir sürede sırtım sert ve soğuk bir yüzeye değdi. Her şeyi hissedebiliyordum, yine de tepki veremiyordum. Soğuk her yerdeydi; kulaklarımdan beynime kadar süzülüyor, ıslak her bir kumaş parçasını delip geçiyordu. Yine de hareket edemedim, engel olamadım.
Buz gibi parmaklar, yüzüme düşen saçları geriye ittirdi ve oradan kalbime indiler. Sol göğsümün üzerinde hafif bir baskı oluştu ve birkaç saniye öylece kaldı. Ardından bileğime geçtiler ve ana damara baskı uygulamaya başladılar. Büyük ihtimalle nabzımı kontrol ediyorlardı. Sonra bir süre sessizliği dinledim, karşımdaki kişinin soluk alıp verişi bile kesilmişti. Sadece sessizlik vardı, herkes sessizliği dinliyordu.
"Kahretsin, nefes almıyor!"
Evet, ikinci nefes o ana kadar ciğerlerime gidecek bir yol bulamamıştı. O ana kadar. Saliseler içerisinde dudaklarıma sert bir şekilde baskı uygulandı ve ardından, bıçak gibi keskin soğuğu delen sımsıcak bir hava ciğerlerime süzüldü. Ardından dudaklarımdaki baskı kalktı ve yine saniyeler içerisinde tekrar dudaklarıma kapandı. İkinci bir sıcak hava dalgası ciğerlerime süzüldüğünde daha fazla tepkisiz kalamadım. Her bir nefes, ateş misali yakıyordu soluk borumu. Tüm gücümle öksürdüm. Öyle çok öksürüyordum ki ciğerlerim yerinden çıkacaklar diye endişe etmeye başladım.