Saat 07.53' tü. Ders ise 09.00 da başlıyordu. Ve ben hangi kafayla 10 dakika bile sürmeyen okul yoluna koyulduğumu sorguluyordum. Hem de bu birbirlerinden sadece saçlarıyla ayırt edilebilen tıpatıp iki sorunluyla.
Altı dakika boyunca kurucu üye, teknik direktör ve takım kaptanı oldukları Ayranspor Kulübü hakkında gerekli gereksiz beş bin tane bilgiyi henüz açılmamış zihnime zorla sokmuşlardı.
Kulübün Türkiye Futbol Federasyonu'ndan onayı varmış mesela.
Şansa bakın ki iki üyeyle hiçbir şey de yapılmazdı. Bu federasyonu sabah sabah sorgulamak istemiyordum ama koca ülkenin futbolunu kayırmayla mı geçindiriyorlardı.
'Eğer istersen sana bir ayrıcalık yapabilirim' demişti Esad takıma alınma konusunda. Başka üye almak da pek de gönüllü olmadıklarını dile getirmesine rağmen bu oldukça cömert bir ayrıcalıktı sanırım.
"Katılmak istersen kulübümüzün ayrıcalıklarından yararlanma şerefine erişebilirsiniz, Prenses." dedi Buğra ciddiyetle. Ayrıcalık olan takım üyeliği için beni ikna etmeye çalışır gibi olan onlardı. Aslında bu takım işi eğlenceliye benziyordu ama ben futbolu sadece trübünlerde seviyordum.
"Kulüp forması veriyoruz. Ama henüz bir sponsor bulamadığımız için maaş işini halledemedik."
Kulüp işini bu kadar ciddiyetle konuşması beni şaşırtıyordu.
"Bir basketbol takımınız olsaydı düşünmezdim bile." dedim Esad' ın omzuma dayadığı dirseğini iterek.
Esad sabahın daha kör vakti olduğunu unutup anırdı. Omzuyla omzuma vurup beni yerle bir etmeye çalışırken hala anırıyordu.
"Kız senin boy kaç göremiyorum bazen, çekmiyor burdan. Bir de basketbol diyor ya." Bir daha anırdı. Bu defa Buğra' da gülüyordu.
Öğretmenin 'deve' dediği deve-cüce oyununda ben hala 'cüce' de takılıp kalmışım gibi duruyor olabilirdim yanlarında. Olasılıklar dahilinde gayette kabul edilebilirdi bu. Allah Allah!
"Bana özel kısa pota yapmayı bile teklif etti belediye. Sizene benim kendi boyum ölçüsünde oynadığım basketboldan ya. Şampiyonluk mu vaad ettim, niye anırıyorsun sırık?"
Esad' a kin beslemeye başlamıştım. Ters bakış tekniğimi devreye soktum.
"Okul çıkışı bowling oynamaya gidelim ne dersiniz?" diye bir teklif ortaya atan da bendim. Tek yumurtada barınmışlar hala gülüyordu.
Komik olan neydi? Anlatsalardı ya.
Bu bir nevi nöro jimnastikti aslında. Anlamak için birinci sınıf problem çözme yeteneği gerektiriyordu. Fatih Terim' e korona bulaşan bu dünyada beyin takımındaki düzensizliği kim düzeltecekti merak ediyordum.
Fizik kurallarına aykırı ama mükemmel bir FBI ajanı gibi nasıl girdiği hala merak konusu olan evimizin Tayga Ormanları'nı andıran ücra odasını bulmuş, bir de çürümüş demirlerinin son nefeslerini ne zaman vereceği meçhul yatağımın altına girmeyi göze almış bir deliyürekti Esad. Buğra'ysa bana Prenses diye hitap ederek kör, sağır, dilsiz, elden koldan düşmüş olabileceği hakkında bende şüpheler uyandırmıştı.
Bayılmıştım bu ikisine aslında. Bir benzerlik vardı bizde. Uzun zamandır içim dışıma çıkmak için onları bekliyor gibiydi.
Kesinlikle dış görünüşümüz değildi bu benzerlik. Ben yeşil gözlüydüm; onlarsa mavi. Onlar sarıya çalan kumraldılar; ben turuncu kafalıydım.
"Ayran ısmarlarsan neden olmasın." dedi Buğra. Gerçekten ayran beyinliydiler. Sekizinci dakikaya kadar ayransız bir muhabbetimiz olmamıştı.
"Yanına pizza da olur" diye devam etti Esad.
"Kaybeden öder, Koç." dedim yolu arkama alıp onlara dönerek.
Birden kolumda hissettiğim parmaklar sola doğru savrulup duvara toslamama sebep oldu. Ah, pardon. Uzunca bir duvar.
"Önüne baksana, kızım. Çarpılıyordun." dedi duvar. Duvar konuşmaz, Zeynep saçmalama!
Başımı semaya doğru döndüm. Birkaç kilometre kadar yukarı... Yakışıklı bir duvardı bu.
Belediye yanağına kazı çalışması yapmış Zeynep. Meteor çukuru mübarek.
"Naber, lan?" diye araya girdi Esad'ın sesi.
Sana demiyor, Zeynep.
Belediyeye baya maliyet çıkarmış yanağını da alıp beni bıraktı Ege diye hitap edilen çocuk. O sırada bisikletli birinin geçtiğini gördüm.
Sana çarpıp sabah sabah ağzınla burnunun yerini şaşırtacaktı az kalsın.
Adam akıllı sürseydi. Çarpmazdı. Şunlara bir türlü anlatamıyordum. Yolun ortasında ne işleri vardı?
Asıl senin ne işin var, Zeynep. Yayalar kaldırıma canım, hadi. Bir de laf ediyor ya.
Bu iç sesimin benle ne derdi vardı allasen.
"İyilik kuzen. Sizden?" kuzen diyen çocuk, Ege.
Kuzen derken?
Kuzen işte, Zeynep. Mal mısın?
"Bu soruna daha sonra cevap vereceğim." dedim göz devirirken.
Hepsi birden bana baktı. Niye bana bakıyorlardı.
Benimle konuşuyorsun, Zeynep. Bir de göz devirmeler hiç yakışmadı sana. İnsan iç sesine göz devirir mi? Ayıp.
İçimdekini de dışarıda seyirci kalanları da boşverip yanlarından uzaklaştım. Arkamdan ne olduğunu anlamaz bir şekilde baktıklarına emindim, ama sabah sabah fazla gürültü beynimde ters köşe yaptığından ben bile kendimde mantık aramadım. Onlarda umursamamıştır herhalde. Gidip belediye spor tesisinin inşasını bitirmiş mi diye bakacaktım. Belediye başkanına yüz elli sekizinci dilekçemden sonra kabul etmiş ve beni de ısrarlarımdan dolayı tebrik etmişti.
Daha çok küfreder gibiydi de neyse.
Bu mahalleyi sevmiştim. İstanbul' a taşınmadan önce Altınoluk'dan ayrılmak istememiştim, taşınma fikrini hep reddetmiştim. Bir kere Balıkesir' de denizin dibindeydik; İstanbul'da zenginsen deniz dibinde evin oluyordu anca. Yalı alacak parayı kaybedecek birini bulamamıştım ki parasına konup denize sıfır malikane bakaydım kendime.
İstanbul İstanbul, taşı toprağı altın şehir dedikleri de işte balık istifine dönmüş insan yığınında boğucu oluyordu. Güzeldi İstanbul. Ama seksen bir ili olan bir ülkenin bütün ekonomik, sosyal, kültürel varlığı burada nefes alıyormuş gibi bir tek bu şehre istihdam sağlanması da saçmaydı.
Babamın terfi almasıyla biz de bu güzel şehre mahkum edilmiştik bir nevi.
Hakkını yeme mahallenin, Zeynep.
Mahallemi seviyordum, evet. Topunu kestiğim çocukların beni tehdit etmelerinden bir süre geçmiş olmasına rağmen hala tetikteydim tehlikelere karşı. Pişman mıydım? Sanırım. Bazen ben de onlarla yakan top oynuyordum, beni hep vuruyor olmaları sinirlerimi bozsa da eğlenceli oluyordu. Özellikle annemin mahalleden arkadaşlarıyla yaptıkları günler vazgeçilmezimdi. Her davette en önce kapıda beni karşılarlardı.
"Kızım yavaş ye. Var daha, istersen koyarım ben sana, boğulacaksın." dedi Suna Teyze.
İlk defa güne katılmıştım ve bu son olmayacaktı. Eğer bana bu kadar güzel yemeği bir arada yaptıklarını daha önce söyleselerdi Altınoluk' ta anneme muhakkak eşlik ederdim.
Üç dolu tabak hamur işi yiyerek
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yamuk Prenses ve Yedi DEVELER
HumorOnlar yağmur sonrası güneşte parıldayan gökkuşağı renkleriydi; bense gökkuşağında kayan küçük kız çocuğu... Wattpad' da bu isimle yayımlanmış ilk kitaptır. *Tüm hakları DEVElerimin korumasındaki Yamuk' a aittir.*