Bosfor o gün muhteşem bir enerjiyle uyanmıştı. Arnavut güzel, parmak uçlarında sekerek basamakları indi ve son derece sade olan bağ kaftanını üzerine geçirip kendini dışarı attı.
Evlerinin bir dağın doruğunda olmasını hep sevmişti. O sabah da her zamanki gibi bahçeye inip kendi elleriyle yetiştirdiği bahçesini kontrol etti. Ardından ediklerini de giyerek yürüyüşe çıktı. Yemyeşil steplerden demet demet papatyalar toplayıp annesinin mezarına gidecekti yine. Yokuşu usul usul inerken bir ses duydu. Bir çıtırtı. Çevresinde bir eşkıya olmasından korktuğu kadar kalbinin sesinin duyulmasından da korktu. Telaşını belli etmemeye çalışarak yoluna devam etti. O sırada yeniden duydu o sesi.
"Kim var orada?" dedi dönüp bakmadan.
Ses gelmedi, ama her kimse tam arkasındaydı ve nefesini hissedebiliyordu. Yumruğunu sıkıp bir anda arkasına dönmesiyle küçük bir çığlık atması bir oldu Arnavut güzelin. Köyün yakışıklısı ve yakın arkadaşı Daniel karşısında duruyordu. Derin bir oh çekip kahkaha attı Bosfor.
"Seni eşkıya sandım. Sen öldürmeseydin, ben korkudan ölecektim herhalde."
Bembeyaz dişlerini göstererek güldü arkadaşı. Bosfor beyninden vurulmuşa döndü. Yine aynı şey oluyordu işte. O gülünce karnında koca bir boşluk oluşuyordu. Düşündüklerini belli etmemek için gözlerini sımsıkı kapadı.
"Bosfor? Bir şey mi oldu?"
Daniel'ın sorusundan sonra silkinip kendine geldi.
"Ne? Hayır. Ben iyiyim."
"Neden buradasın?"
"Annemi ziyarete gidiyorum."
Daniel onu yalnız bırakmadı her zamanki gibi. Mezarlığa gidip annesinin başında bildikleri tüm duaları okudular. Sonra da ellerinden geldiği kadar çok mezarı sulayıp dönmek için yürümeye başladılar.Bosfor ve Daniel birlikte büyümüşlerdi. Bosfor'un annesi doğumda ölünce zaten ailesi olmayan Daniel'le birbirlerine daha da bağlanıp destek olmuşlardı. Ama sanki büyüyüp gençliğe adım atınca bir şeyler değişmişti. Bu sadece Bosfor için değil, Daniel için de geçerliydi. Mutlaka öyle olmalıydı, zira artık birbirlerine karşı daha dikkatli davranıyorlar ve göz göze geldiklerinde başlarını çeviriyorlardı.
O gün akşama değin beraber vakit geçirdiler. Hava kararıp ortalık ıssızlaşınca "Hadi," dedi Daniel, "Seni artık eve götürmem gerek."
İki katlı müstakil evin bahçe kapısına gelince her zaman yaptıkları gibi gözleriyle veda ettiler birbirlerine. Kız tam kapıyı aralayacaktı ki "Bosfor" diye fısıldadı Daniel. Hevesle bir iki adım gerileyip ona baktı kız. İkisinin de göğüsleri körük gibi kalkıp iniyordu.
"Ben... Sadece iyi geceler demek istemiştim." dedi oğlan. Yine hayal kırıklığıyla sarsıldı Bosfor. Her gece aynı şeyleri yaşamaktan sıkılmıştı. Yine de o muhteşem gülümsemesiyle ödüllendirdi arkadaşını.İçeri girdiğinde babası pencereden dışarıyı izliyordu. O kadar derinlere dalmıştı ki kızının geldiğini bile fark etmedi.
"Baba?"
Adam irkildi. Bosfor'u görünce buruk bir gülümsemeyle yanına çağırdı kızını. Saçlarını okşadı. Yüzüne derin derin baktı.
"Nedir bu haliniz babacığım? Allah muhafaza, kötü bir şey mi oldu?"
Adam dolu dolu gözlerle tekrar süzdü güzeller güzeli kızını. Doğru kararı vermişti. Emindi. Bu Bosfor'un iyiliği içindi.
"Veda vakti geldi kızım. Artık ayrılıyoruz."
"Ne vedası baba? Kim, nereye gidiyor? Yoksa hasta mısınız?"O gece uyuyamadı. Sabaha kadar babasının söylediklerini ölçüp tarttı. Hüküm çoktan verilmişti. Ona hiç sorulmadan, kaderi çizilmişti. Tan ağarırken hala babasının o cümlesi yankılanıyordu beyninde.
"Osmanlı'ya gelin gidiyorsun güzel kızım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aşk-ı Al-i Osman
Historical Fiction"Geldiğim mis kokulu dağları, geniş stepleri verin bana... Ve alın benden Osmanlı geleceğimi." Bir yanda Yavuz Selim döneminde, ailesi tarafından Osmanlı'ya gönderilen genç bir kız... Diğer yandaysa Süleyman'ın rakipsiz oturacağı taht için daha şimd...