İlerlemişler, meydanı aşmışlar çadırların daha ilerisinde olan birkaç metrelik çevresinde ottan başka hiçbir şey olmayan çadırın önüne gelmişlerdi. Diğer çadırlardan hiçbir farkı yoktu, tüm çadırlar aynı boyda aynı renkteydi, ancak buna ‘Büyük Çadır’ deniyordu. Çünkü Bilge Ana’nın yaşadığı çadırdı burası.
“İçeriye tek başına girmelisin.”
“Ne? Hayır olmaz.” Ares ondan bunu isteyemezdi, bu yeri hiç tanımıyordu bile. Etrafına bakındı, giriş görünürde yoktu. Arka tarafında olmalı diye düşündü. “Sen neden gelmiyorsun?”
“Bu kamptaki kişiler burada yaşadıkları sürece Ana’yı sadece iki defa görebilirler. Kampa geldiklerinde ve buraya tekrar dönmemek üzere ayrıldıklarında.” Sözlerini çarçabuk sıralıyordu, ya acelesi vardı ya da bu konu hakkında bir şeyler saklıyordu. Bunu sormamaya karar verdi.
İçini çekti, çadırın arkasına doğru gidiyorduki Ares onu tuttu. “Hayır, orada değil. Girişi kendin bulmalısın.”
“Nasıl?”
Ares, Olivia’nın elini tuttu ve kalbine götürdü. “Gözlerini kapat. Eğer doğru olan buysa çadır seni içeriye kabul edecektir.” Bir süre nefes alıp verişi dinlediler, sonra, “Şimdi hisset, dünyada hala bir yerlerde olan saflığı düşün. O saflığı kirletmeye çalışan vurdumduymazlığı, hainliği, sefilliği, cehaleti…” derken sesi alçalmaya başladı.
Ares’in sesi gittikçe uzaktan geliyordu, en sonunda duyamaz olduğunda gözlerini açtı. Şu an farklı bir atmosferdeydi, ıslak toprak kokusunun nereden geldiğini şimdi anladı. Yer çimlerle kaplıydı ve çiğ vardı. Az ileride bir ağaç altında da kilim vardı ve üzerinde birisi oturuyordu. Nasıl birisi olduğunu anlayamıyordu çünkü etraf o kadar karanlıktı ki gökyüzünde yıldızlar dışında başka hiçbir şey yoktu.
Gökyüzündeki yıldızlar mı?
Etrafına baktı, çadırın içerisinde değildi. Hemen birkaç metre ileride bir ırmağın hafif gürültüsü geliyordu. İşlerin bu kadar garipleşmesi Olivia’yı korkuttu.
Kilimin yanına gitti, oturan yaşlılıktan derisi buruş buruş olan kadına “Siz Bilge Ana mısınız?” diye sordu.
Kadın sarındığı battaniyenin arasından başını Olivia’ya çevirdi. İlk söylediği cümle “Annene çok benziyorsun.” oldu.
“Annem mi?” bu kadının annesini daha önceden nasıl görmüş olabileceğini düşünüyordu. “Annem de önceden buraya geldi mi?” Ama cevap alamadı. Ne yapması gerekiyordu? “Neden buradayım?” Yine sessizlik ve havada asılı kalan soru. Belli ki yaşlı kadının konuşmaya niyeti yoktu.
Sonra beklemediği bir şey oldu. Ana’nın gözeri Olivia’nınkileri kendininkilerin içerisine hapsettiğinde Olivia bakışlarını kaçıramadı ve bedeninde bir ısı dalgası hissetti. Gözlerinden başlayarak vücuduna yayılan ısı yayıldıkça gözleri karardı.
Adeta gözlerinin önünü kara bulutlar kaplamıştı çünkü bir süre sonra bu bulutlar hareket edip dalgalanarak cisimlere büründüler ve hafiften renk almaya başladılar. Gözlerinin önünde bir sokak canlanmıştı, ilk yerleşim yerlerinden birisi olmalıydı burası, öyle ki etrafta basitçe taştan topraktan yapılmış küçük evler vardı. Önündeki toprak yolda gecenin karanlığında yürüyen bir çiftçi vardı. Arkasında ise onu sürekli takip eden karaltı habire şekil değiştiriyor, gizleniyordu. Bu karaltı ne insan gibiydi ne yaratık, sonra adamın arkasında büyük bir karanlık duman haline geldi. Büyüdükçe adamın etrafını sardı. Bunu çiftçide fark etmiş olmalı ki boğuk yakarışlar koparıyordu. Duman ona her ne yapmaya çalışıyorsa direnmek için çabalıyordu. En sonunda duman adamın her tarafını sardığında yere çöken adamı görebilmek imkansızdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tehlikeli Güç
ChickLitArkadaşları ve üvey annesi ile yaşadığı sefil hayattan kendisini kurtarmak için başlangıçta evden kaçmak hiç aklında yoktu! Bu yüzden kaçtığındaysa nereye gideceği hakkında bir fikri de yoktu, ne bir akraba ne de bir dost. Kaçarken tanıştığı bir ge...