when gold starts to rust

210 21 73
                                    

"Beni hep seveceğine, her şey değişse de senin ve aşkının değişmeyeceğine söz vermiştin. Ne değişti?"

Masanın üzerinde duran ellerini birleştirmiş, parmaklarıyla oynadığı endişe dolu oyunu izliyordu. Gözleri eğikti, bu yüzden göremiyordum ama biliyordum ki neredeyse benim kadar üzgündü o da. Belki biraz pişmandı, biraz da utançla dolu. Gözlerime, yüzüme bakamadığını biliyordum. Bakarsa belki de ağlardı, belki de benim ağlamamdan korkuyordu. İkide bir yutkunuyordu, dudaklarını oynatıyor ve ağzını aralıyor ama benimle konuşamıyordu. Belki bir şey söylese dayanamaz ağlardı, belki de onun sesini duyduğum anda ağlayacağımdan korkuyordu. Belki de, benden korkuyordu sadece. Gözlerimde taşıdığım keskin buzlardan, dudaklarıma sürdüğüm soğuk sulardan, kalbimde taşıdığım sert karlardan...

Hatırlıyorum, bir zamanlar gözlerimin içine cesaretle bakardı. Yüzünde kocaman, samimi, neşeli gülümsemeler olurdu ve elleri tutardı ellerimi. Gözlerimdeki buzlar yumuşar, ona bakardım tüm duvarlarımı kırıp kendi kendime. Konuşurdu benimle, ondan bundan, havadan sudan... Bazen de ciddi konulardan bahsederdi. Birlikte güler, birlikte eğlenirdik. Dudaklarıma sürdüğüm soğuk sular ısınırdı ve bir anda dudaklarını bastırırdı dudaklarıma, öperdi beni ve alev alırdı o soğuk sular. Beni sevdiğini söyler, bunu hissettirir, bunu yaşattırırdı. Kalbimdeki karlar tatlı bir kardan adam olur, onunla oynadığımız eğlenceli kartopu savaşlarına dönüşürdü. Dokunuşuyla erirdi tüm buzullarım, gözlerine baktığım anda erirdim ben.

Şimdi ise, her şey yok olmuştu. Her şey silinmişti.

Yine de, kaldırsa o küçük başını ve gülümsese gözlerimin içine baka baka ve sıralasa yalanlar dolu sözlerini, söylese beni sevdiğini tekrardan... İşte, ben, o zaman yine erirdim gözlerinin önünde. Alev alırdı buzlarım, gülümserdi havuçtan burnu kırılmış olan kardan adamım.

Şimdi, karşımda oturmuş, konuşamıyordu benimle. Bakamıyordu bile gözlerime. Oysa ben yine sarılmasını istiyordum belime, başını yaslamasını istiyordum göğsüme ve yıldızların altında okşamak istiyordum o kara saçlarını. Her şeyden daha çok acıtıyordu kalbimi, bana bakamıyor olması. Beni görmekten kaçıyor ve korkuyor olması...

Yıllar öncesini hatırlıyorum, yanımda neşeyle ve heyecanla dolanan onu. Nasıl da çabalardı mutlu etmek için beni, kaldırmak için beni yerimden ve dolaştırmak için o kendi bildiği dünyada beni... Bir gün, elimi tutup da koşmaya başlamıştı beni çekiştire çekiştire. O zamanlar yanakları daha tombuldu, karnında kasları yerine şirin bir yuvarlaklık vardı. Daha saçlarını hiç boyamamıştı, bu yüzden kahverengisi duruyordu yerinde. Hava kararmak üzereydi durduğumuzda, soğuk bir göğün altında. Çantasından çıkardığı battaniyeyi almıştı sırtımıza, iki taşın üzerine oturmuş nehri izliyorduk. Elimi tutmuştu, koşmaktan nefes nefeseydik. Hep bana bakıyordu, gülümsemeden duramıyordu.

"Neden böyle bakıyorsun bana?"

"Gözlerimi çekemiyorum ki... Anlasana, Sooyeon-ah. Seviyorum seni işte, anlasana. Gök yarılsa, sular durulsa, dünya yansa, kıyamet kopsa, ölüm gelip de alsa beni yine de değişmez bu. Bilmiyor musun? Tahtaya çıkıp okuduğum şiirleri benim yazdığımı, sana yazdığımı... Görmüyor musun? Anlasana Sooyeon-ah, seviyorum seni."

"Duyanda ilk defa aşkını itiraf ediyorsun sanacak, zaten seninim ki ben, aptal."

"Ne yapayım, gözlerim titriyor sana. Elini tutup da, sana bakıp da nasıl söylemeyeyim böyle şeyler?"

"Gerçekten de, ölsen de sevecek misin beni, Kim Taeyeon?"

"Seni hep seveceğim, Jessica Jung. Her şey değişse de, ben ve aşkım hiç değişmeyecek."

Parmaklarıyla oynadığı oyunu izlemeye devam ediyordu Kim Taeyeon, oysa ben gözlerimi alamıyordum ondan. Benim izlediğim tek şey oydu, şimdimiz ne kadar kırıksa geçmişimiz de o kadar güzeldi. O kadar güzeldi ki, şimdi her şeyi kaybettiğimi bilmek beni parçalıyor ve yok ediyordu tüm o parlak günleri.

"Bir şey söyle, Taeyeon-ah..."

Dudaklarım titredi, sesim titredi, gözlerim titredi ağlamaya başlamadan hemen önce. Başını kaldırdı, ağladığımı duyduğu gibi. Gözleri kıpkırmızıydı, duraksadı bir anlığına. Korktuğu başına gelmiş olmalıydı. Bakmasa da gözlerime, konuşmasa da benimle yine de ağlamıştım. "Sooyeon," sesi kısılmıştı. "Artık o iki genç kız değiliz biz. Ben, o hayalperest, o romantik aptal değilim. Dünya değişir sanırdım, ben değişmem sanırdım. Oysa tam tersiymiş doğru olan. Artık aynı kişiler değiliz biz."

"Ben de değiştim, Taeyeon." Masanın altında duruyordu ellerim, aynı onunkiler gibi sarılmışlardı birbirlerine. Ben, kendi ellerimi tutuyordum. O da kendi ellerini. Oysa her şeyi eskisine, o güzel günlere çevirmek için uzansak yeterdi. Uzansak yeterdi. "Sana olan sevgim de değişti. Ama bırakmadım seni sevmeyi hiç. Ne değişti, Taeyeon-ah?"

"Sooyeon," başını eğdi yine. "Artık sen değilsin o. Sevdiğim kişi değilsin sen."

would u love me the same? • taengsicHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin