Senin yanındayken geçirdiğim ilk sinir krizimi hatırlıyor musun? Aslında pek de hatırlamanı istediğim bir şey değil... beni öyleyken görmeni istemiyorum. Benden korkmanı istemiyorum. Ki o anda hayal meyal hatırladığım şeylerden birisi, senin yosun yeşili gözlerini dehşetle açıp ne yapacağını bilemeden bana bakıyor olmandı.
Beni bu kadar kötü ve içinden çıkılmaz bir karanlığa iten şeyin sebebinin ne olduğunu bilmiyorum. Şu an bile zihnim o güne ait anları kendi içinden silip atmış gibi.
Ama sana ait olanları değil, Michael.
Bütün kitaplığı yere indirmiştim. Annemin akademik kariyerine başladığından bu yana biriktirdiği tüm o makaleler, eşsiz ansiklopediler, romanlar ve daha nice şiir kitapları parkenin üstüne sayfaları açık bir şekilde saçılmıştı. Dizlerimin üstüne çöküp hepsini paramparça edene kadar yırtmaya başlamıştım. İçim de öyleydi çünkü. Ve içimdeki o parçaların hırsını başka bir şeyden çıkarma arzusu zihnimi bulandırmış, hareketlerimin tamamını ele geçirmişti. Tüm sayfaları yırttım. Sesler artık kulaklarımda uğuldayana, parmak boğumlarım kızarıp uyuşana, bağırmaktan ses tellerim parçalanana dek yırttım.
O yırtık kağıt parçalarının arasında sağlam kalmayı başarmış bir şeyi bulmuştum. Sayfaların arasından çocukluk fotoğrafım çıkmıştı. Onu da hatırlıyor musun? Babam beni bir piknik alanının tahta salıncağında sallarken çekilmişti. Ağzım çocuksu bir şekilde açılmış, kameraya bakarak gülümsüyordum. Babam bana bakıp gülümsüyordu. Muhtemelen polaroid kamerayı kullanan annem de gülümsüyordu. Ben bir zamanlar mutluydum, ne kadar tuhaf, değil mi?
Yetmezmiş gibi daha çok öfkelendim. Parçalarımın arasından siyaha boyanmış ruhum sızıyordu ve sen her şeyi görüyordun. Karşımda dehşete kapılmıştın, kendime zarar vereceğimden korkuyordun. Üstelik seni kendime yakınlaştırmamıştım.
Siyahım seni lekelemesin diye.
Ellerim yanıyordu. En çok da canımı ne sıkıyor biliyor musun?
Bu karanlığın nereden geldiğini bilememek.
Belki bilseydim, anlatmamı bekleyen gözlerine bakarak her şeyi konuşabilirdik seninle. Elimi tutardın. Sarılırdın. Beni öperdin belki.
Çocukluk fotoğrafımı yırtmak için elime maket bıçağını aldım. Kendimi öyle görmek istemiyordum, anlıyor musun? Çocukken bile olsa mutlu olduğumu görmek istemiyordum. Gülebildiğimi bilmek istemiyordum. Şimdi bu karanlık beni pençelerinin arasına alıp çıkılmaz bir kaosun içine iteklerken o küçük çocuğun bana gülümseyerek bakmasını istemiyordum. Yapamam, Michael. Kendimi öyle... göremem.
Sen artık orada durmaktan vazgeçtin ve üstüme neredeyse atıldın. Onu benden aldın. Ağladım, sana bağırdım. Görmek istemediğimi söyledim. Sana bağıracak kadar kendimi kaybettiğim için daha da çok ağladım. Bıçağı elimden alıp, benim erişemeyeceğim bir yere uzaklaştırmak için fırlatıp atarken ikimiz de elimizi kesmiştik, hatırlıyor musun? Elimin kenarında hala o iz duruyor. Senin de avucunun içinde.
Sen bana iyi gelsin diye yaramı defalarca kez öpüyorsun. Bunu sana yapamamak beni öldürüyor. Asıl yaralar o zaman ruhumda açılıyor, ve bu sefer onlar göremeyeceğin bir yerdeler. Kimsenin göremeyeceği, benim yalnızca acısını hissedebileceğim kadar derine inmişler ve beni içten içe kemirip öldürüyorlar.
Kulağıma beni sevdiğini fısıldadın, hatırlıyor musun? Seni seviyorum, lütfen, yapma... dedin.
Elimi kestiğimde siyahımı sana da bulaştırdım.
Ama sen bunu biliyorsun, Michael. Herkesin şeytanları vardır. Rüyalarında, hatta uyanıkken bile. Ve... her şeyi düzeltmek için terk eden bendim.
Özür dilerim.