Dilimin lâl olup, ağzımın kenarından dökülmesine ramak kaldığı o saniyeleri yaşıyorduk şimdi. Her şeye bir cevabım olmuştu on altı koca yıl boyunca. Her zaman kendimi savunabilmiş, koruyabilmiş, insanlara karşı gardımı hiç indirmemiştim. Ama şu an... Şu an, tüm kelimeler kan kaybından ölüyordu.
Bir cevap vermek için dudaklarımı araladığım an, telefon suratıma kapandı. Saniyelerce, hatta belki de dakikalarca telefon kulağımda, gözlerim gökyüzünde öylece durdum.
O kadar şaşırmıştım ki böyle bir geçmişe sahip olmasına, o kadar şaşırmıştım ki hiçbir şeye sahip olmayışına...
Ayaklandığımda gün, akşam tarafından yutulmaya, gökyüzü gün batımının paletindeki renklerle süslenmeye başlamıştı. Annemin evde olduğunu, bizim evin kapısının önünden geçerken duyduğum elektrikli süpürge sesiyle anlamıştım. Montumu üzerime tekrardan geçirip apartmandan ayrıldım ama kulaklıklarımı kulağıma yerleştirmedim bu kez. Dinledim. Annesinden pamuk şeker isteyen kızın sesini duydum, liseli bir arkadaş grubunun derslerden yakınırkenki söylemlerini, önünden geçen herkese mendil uzatıp muhtaçlık dolu gözlerle onlara bakan sokak çocuklarını, tüm şehri. Sonra, onun dediğini hatırladım: "sen çocuk parklarından nefret ediyorsun ya hani, ben de o günden sonra arabalarla hiç barışamadım."
Parkın, o parkın yakınlarındaydım. Oradan korkuyordum, evet, kabullenemiyordum ama deli gibi korkuyordum işte. Sertçe yutkundum, gözlerim parkın eski kaydırağında dolaşırken, bir bankta oturan sarışın çocuğu gördüm. Barlas'ı.
Derin bir nefes alarak parka girdiğimde, dizlerim öyle bir titriyordu ki her an yere yığılabilirdim ama ben bu olmamalıydım. Elimi cebime atıp, çakımın varlığından emin olduktan sonra yürümeye başladım. Başım dikti bu defa, hiçbir şey benim suçum değildi, ben korkmuyordum.
Barlas başını ya da gözlerini kaldırıp bana bakmadı ama varlığımı fark ettiğinde yavaşça yana doğru kayıp bana yer açtı. Onun yanına oturup, dirseklerimi dizlerime yasladım ve ellerimi seyretmeye başladım.
Bu parkın zeminine düşüp, orayı ıslatan o kadar gözyaşım vardı ki şimdi buraya gelmek zorla kaçtığın cehennemin söndüğünü öğrenip oradaki küllerini seyretmek gibiydi.
Konuşmadık. Ağzını hiç açmadı, garip bir şekilde benden çocukluğumu çalan bu parkı izlerken hiç korkmadım. Bunu birinin varlığının üzerine atmak geri zekâlılıktı ama biliyordum, tek başıma gelseydim buraya, bir köşede elimi ısıra ısıra ağlardım.
🌺
"Onu çok seviyorum ben," dedi Menekşe yanağını avucuna yaslayarak. Başımı duvara bir kez daha vurup, ona devam etmesi için bir bakış yolladım. "Bunu belli de ediyorum hem, ya bak gerçekten seviyorum ama o... Bana hiç vakit ayırmıyor. Oyunlardan da mı önemsizim?"
Tek kaşımı kaldırdım. "Bunun gerçekten oyun zımbırtılarıyla alakalı olduğunu falan mı zannediyorsun ya? Bence çocuk seni pek siklemiyor ve çantada keklik olarak görüyor."
Menekşe derin bir nefes alıp dudaklarını büzdü, o an az önce söylediğim şey için pişman oldum ama bunu ona belli etmedim.
"Kim seni siklemiyor lan?" diyerek bize doğru döndü Aybars ve kaş göz işareti yaptı Menekşe'ye.
"Onur dangalağı işte," diye mırıldandım gözlerimi devirerek.
Aybars gülerek çenesini ovarken, "Hiç dayak yemediğini düşünüyorum onun," diye mırıldandı.
Baş parmağımı kaldırdım. "Seni onaylıyorum kardeşim."
Arka cebimde titreyen telefonumla yerimde sıçrarken, onlara renk vermeden içimden homurdana homurdana telefonu aldım. Bildirim panelinde onun numarasına ait olan mesajlar duruyordu.
05**: Hey
05**: Sinemaya gelsene bugün, saat tam altı buçukta
Gizel: Neden ki?
Dakikalarca cevap yazmasını beklesem de, bir cevap alamadım. Saat altıya kadar bizimkilerle takıldık. Saat altıya vurduğunda, bileğimdeki saate bakarak ayaklandım. Aybars seni bırakalım diye üstelese de yürüyeceğimi söyleyerek onları kafamdan savuşturdum ve sinemaya doğru yürümeye başladım.
Salonların önüne koştur koştur vardığımda, saat altıyı yirmi beş geçiyordu. Telefonum titredi.
05**: Güzel. Salon 5
Gözlerimi devirip, beşinci salona girdim.
Salon bomboştu. Kaşlarımı çatarak tek bir tanesinin dahi dolu olmadığı koltuklara bakarken, bir anda ekran parladı ve o sesi duydum.
Titanic müziği.
Gözlerim, yuvalarından çıkacakmış gibi büyürken sırtım dikleşti. Buradaydı. Karşımdaki ekrana, hayatım boyunca izlediğim ve beni en etkileyen o film yansıyordu. Gözlerimi kırpıştırıp, olayın ciddiyetini farkına varana dek dakikaları geride bırakmıştım bile.
Gizel: Bu da ne demek oluyor?
Gizel: Neden boş burası?
Gizel: YA ANONİM JACK ÇOK MÜTHİŞ DEĞİL Mİ ŞU KARİZMAYA BAK AQ KALBİM YOK (19.05)
Gizel: Orospu Rose'un anası (19:32)
Gizel: DELİRECEĞİM NE PİÇ HERİF İSTEMİYOR YA KIZ SENİ (19.49)
Gizel: DELİRDİM (19.49)
Jack, Rose'u önüne alıp korkuluklara çıktığında ve ellerini tuttuğunda, olduğum yere sinmiş, salyalarım aka aka onları izliyordum. "Gel Josephine, uçağıma bin."
Jack, Rose'un ellerini kaldırdığında, elimin üzerinde bir el hissettim. İrkilerek elin sahibine baktım, yüzü tam anlamıyla gözükmüyordu ama taktiği şapkanın yan tarafından firar eden sarı saçları görüyordum. Elimi tuttuğu eli elimi sıkarken, diğer eliyle şapkasını çıkardı ve şapkayı önündeki koltuğa koydu. O an seçtim onu. Jack ve Rose'un, gün batımında dudaklarının birleştiği saniyede kesişti gözlerimiz.
Elinin altındaki elimi çekip aldığımda, gözlerindeki korkuyu gördüm. Umursamadım. Ona öyle sıkı, öyle içten sarıldım ki tam şu an kaburgalarımız iç içe geçebilirdi. Aynı şekilde bana sarıldı ve kulağıma eğildi: "Bir hayat kazandım, Gizel. Başıma gelen en güzel şeydi. Bana seni getirdi."
🌺
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kırmızı nilüfer
Short Story•kısa hikâye, tamamlandı "Neden böylesin?" diye sordu telefonun diğer ucundaki ses. Boğazıma oturan yumruya engel olamadım o an. "Ne sanıyorsun, sustuklarının kelimelerini katlettiğini falan mı? Ya da olmak zorunda olduğun kişinin gerçekte olduğun k...