Yağ bulmak için daha önce nasıl bulduklarını tekrar etmeye başladılar. Belki birinin dikkat ettiğine diğer etmediği için bilemiyorlardı.
Bir yabancı vermişti onlara, köyün dışındaki bir mağarada karşılaştıkları.
Dağ tepe dolaşırlarken rastlamışlardı ona, çok değil birkaç ay önce olmalıydı bu olay. Bir kesenin içindeydi otlar, otlar demişken dört beş körpe dal.
Mağaranın girişine birkaç metre uzaklıkta, bağdaş kurmuş oturan bir yabancıdan hediyeydi. Akışta değildi yabancı, gene de onları görünce kalkmamıştı; kendileri de yabancı değil miydi ona? Hatta birbirlerini tanımamalarına rağmen olanca tebessümüyle;
"Buyurun gençler, soluklanın hele. Yakınlarda bir köy var belli, kokusu geliyor buralara kadar"
"Ne kokuyor demişti?"
"İnsan!"
O neydi ki?
Bilmeseler de, sormamışlardı.
Her ırkı bildiklerini sanıyorlardı –ki bunu düşünürken bile sayıyordu içinden; Anthar, Barzooq, Bhurba, Bjork, Cherhoq, Fahr, Gorghy, Ihra ve Ircha etti dokuz. Onuncu ırk var mıydı? Belki daha da fazlası?
Karşılarındaki yabancı tek olmasına ve yaşlıca olmasına karşın, soru sormaya çekinir bir halleri vardı. Soru sormamaları şöyle dursun, yanlarından ayrılırken ellerine sıkıştırdığı kesedeki ot ile ilgili dahi hiçbir şey sormamışlardı.
Yaprak kısımları puslu, pamuklu yeşil bir bitkiydi. Küçük sarı tomurcuk gibi olan çiçekleri ise Melisa'yı andırıyordu. Böyle garip bir ortamda ellerine geçmese, çadırının girişinde yeşerse de buna yoramayacakları kesindi.
Bir türlü işe yarayıp yaramadığının sorgusunda olmalarının en önemli nedeni de; yabancının Akış yapabilen biri olduğundan emin değillerdi, otun doğru ot olup olmadığından emin değillerdi, doğru şekilde kullandıklarından emin değillerdi, gördüklerinin rüya mı gerçek mi olduğundan da emin değillerdi ama diğer bir yandan da hepsinden eminlerdi.
Bir yabancı vardı o gün mağarada.
Onlara bir kese ot verdi.
Niye verdi?
Bilinmez.
"Ezin" dedi kısaca, pek konuşmasa da, net biriydi. Hem yeterli gelmişti, o an için.
Ottan çıkardıkları yağla denemeyi de ilk Vanyl yapmıştı.
Ve işte çalışıyordu.
Çalışıyordu ne demekse?
Daha önce keyif verici otlar da kullandıkları için farkını anlayabileceklerini düşünüyorlardı.
Şimdi kafa kafaya verip zorlasalar, yabancı ile aralarında konuştukları konuşmadan hatırlayabildikleri en önemli konunun; havanın sisli olup, sonrasının sıcak olacağı tahminiydi. Tüm diyalog içinde tebessümle konuşan, sadece yabancıydı. Utangaç değillerdi ikisi de, yabancı daha yaşlı ve tek olmasına karşın iki kişi ve daha güçlü oldukları görünen kendileri çekinmiş, korkmuşlardı.
Neden?
Tabii ki gene, bilmiyorlardı.
Demek ki önce, ilk karşılaştıkları mağara ve çevresine bakacaklardı.
Yanlarına alabildikleri kadar azık alıp yola koyuldular. Bu düşüncelerle tepelere tırmanarak mağaraya yaklaşıyorlardı. Birbirlerine söylemeseler de; ne o mağarada ne yakın çevresinde bulamayacaklarına eminlerdi. Hiç akıllarına getirmemeye çalışarak vardılar mağaranın girişine.
Hiç ses olmamasına rağmen aylar önce hissettikleri tedirginliğin aynısını hissederek geldiler. Hatta biri daha çıkar, seslenir diye diğerine çaktırmadan fazladan ses yapmak için ayaklarını daha sert vurup, konuşmalarını yüksek sesle yaparak yaklaştıklarını belli etmeye çalışıyorlardı; aynı zamanda korktuklarını da birbirlerine belli etmemeye çalışırken yapıyorlardı bunu. Bu büyük mizansen küçücük bir alanda yaşanıyordu.
Bağıra çağıra tepedeki mağaraya vardılar. Gerçekten de mağarada biri vardı ama arkası dönük oturuyor olsa da, otu veren yaşlı adamın olmadığına eminlerdi.
Hatta sırta bakınca, Aziz'i ilk Akış'tan kurtaran adam olduğu çok belliydi, bu kadar geniş bir sırt, çok rastlanabilen bir şey değildi.
Onu tanıyınca duraladılar tabii ki. Az önce bağırıp çağırmaları da kesildi. Tepede sadece rüzgârın otlara sürtünürken çıkardığı uğultu vardı.
Sessizliği bozan arkası dönük yere çömelmiş oturan iriyarı adam oldu;
"Sonunda gelebildiniz"
"E-Evet. Tanışıyor muyuz?" konuşan Maraz'dı.
"Gerek yok" dedi iri adam hala dönmeden ve "Gidiyorum"
"Nereye?" birden çok umursar olmuşlardı.
"Bana ihtiyacınız yok"
"Ot?" diyebildi kısık bir ses ve olabildiğince çekinceyle, Aziz.
"Ona da" dedi iri adam ve hala yüzünü dönmeden kalkarak tepeden aşağı, geldikleri istikametin tam tersine yürümeye başladı.
Peşinden birkaç adım attılar ama ne seslendiler, ne de peşinden gitmeye devam etiler. O kadar net konuşmuştu ki, ne söylediğini tam olarak anlayamasalar da, ona gerek olmadığı kuşku götürmez şekilde netti.
Asıl ilginci ot'a da gerek olmadığını söylemesiydi. Bu da yepyeni bir deneme yapmak demekti.
İkisi de aynı şeyi düşünmesine rağmen, iri adamın tepeden inip, gözle görülmeyecek kadar ilerleyene kadar arkasından baktılar. İri adam, bir kez olsun, dönüp bakmadı ardına.
Fakat hemen oturup denemeye de başlamadılar. Ryno'yaihtiyaç olduğunu düşünüyorlardı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karakutu
General Fiction14 Şubat'ın gerçek öyküsüne kendi yaklaşımım... Tedavi etmeyi en iyi, En çok yara alanlar bilir... 14 Şubat'a ithaf edilmiştir!..