Kapkara bulutların gökyüzünün sinesine bir çarşaf gibi yerleştiği zamanlar insanın ruhunu yansıtabilirdi; güneşin tüm parlaklığını, cehennem sıcağında kavurduğu bedenlerden aldığı güvenle dört bir yana yaydığı günler birinin en mutlu günü sayılırdı. Yağmur yağarken gökyüzü belki de birileri için ağlıyordu; doğa ana, sis çıktığında masum birinin pek de masum olmayan bir sırrını saklıyordur derlerdi.O sabah güneşin ışınları sokakları aydınlatırken oldukça cömert davranıyordu, İsikara'ların başına kötü bir şey gelecek olmasına rağmen. Çok güçlü bir sırrın, masum olmasalar da etraflarında döndüğünü biliyorlardı üstelik temiz bir çarşaf gibi kirli bedenleri koruyacak sis yoktu. Yağmur atıştırıyordu ama bu, gökyüzü ağladığı için değildi; İsikara'ların içine yerleştirilmiş günah tohumlarının sulanmaya ihtiyacı vardı. İntikamla sulanan günah tohumları büyüsün ve çok kıymetli, renkli çiçeklere dönüşsün diye yağıyordu yağmur da.
Alesta elini koyduğu yumuşak yanağın yaydığı enerjiyi avuç içlerinde hissedebiliyordu. Büyük ellerinin içi yanıyor da kılcal damarlarına kesik atılıyormuş gibi hissetmişti. Gözlerini kızın hafif hafif açılan gözlerinden ve onun özenle yetiştirilmiş bir çiçek bahçesini andıran kirpiklerinden hiç ayırmadı.
"Sinan, ablana bir bardak su getir aslanım." dedi Alesta, abla kelimesine özenle bastırarak. Başıyla yetimhanenin girişinden mutfağa giden koridoru işaret etmişti, aynı zamanda odadaki herkese çıkmalarını söylemesine bile gerek bırakmayacak bir bakış attı. Bu bakışlarını babasından almıştı, Kenan İsikara konuşmadan emirler verme konusunda kesinlikle çok başarılıydı.
"Hemen de ablası oldu." Tuna ağzının içine doğru konuşurken kimsenin duymadığından emin olmaya çalışsa da bunu Asil'den ve onun kadim yeteneğinden saklaması imkânsızdı. İkisi de birbirlerine kısa bir bakış attıktan sonra Firdevs Öğretmen'le birlikte bahçeye çıktılar. Alesta üçü de dışarıya çıkmadan hemen önce Tuna'nın "Ne var? Erkek sanıyorduk, bir anda kız çıktı. Ne garip iş bu." dediğini duymuştu.
Sinan kısa zaman içerisinde, mutfaktan elinde bir bardak suyla dönmüş ve suyu Alesta'ya verip o da girişi terk etmişti. Yetimhanenin girişi oldukça sade bir tasarıma sahipti. Duvarlar taştan ve kahverengiydi, kapının tam karşısındaki duvara yaslı masada sekreter kız oturur giriş çıkışları yazar, telefonlara bakardı. Masanın önüne dikey bir şekilde dizilmiş uzunlamasına üç kadife koltuk vardı. O anda, birinde ölü gibi yatan, dayak yemiş Safkan yatıyordu.
"Al bakalım suyunu." İlk defa konuşmuştu Safkan'la. Ona söylediği ilk cümle olmuştu bu. Alesta bir eliyle kızın başını desteklerken diğeriyle de suyu tutuyordu, kurumuş dudaklara dayadığı bardağı hafifçe eğerek içmesini sağladı. Yaşamın kaynağının musluğu açılmış, ölümsüzlük iki dudağının arasındaymış gibi kana kana içmişti suyu Safkan. Alesta, kızın başını yeniden koltuğun kenarlığına bıraktığında yüzündeki ciddi ifadeyi silmedi.
"Neredeyim ben?" Kız, sonunda ıslanmış olan dudaklarını aralamıştı. Konuşması pürüzlü ve hassas çıkmıştı ama ürkek olmadığı kesindi. Ses tonunda uyuşturucu bir şeyler vardı.
"Yetimhanede." dedi Alesta, sert sesiyle. Öğrenmek istediği birçok şey vardı ve kızın sorularını yanıtlamaya vakti yok gibi hissediyordu. Sanki onu her an karanlığa çekecek ve şifayla dolu bütün kanını bir şırınga yardımıyla alıp götüreceklerdi. Tıpkı rüyalarının onun gücüne yaptığı gibi.
"Yetimhane mi?" Safkan doğrulmaya çalıştığında belinde ince bir sızı hissetti, kemiklerinin vücuduna yaydığı batma hissi gittikçe güçlenirken yüzünde oluşan acılı ifade tenindeki açık yaraların da hissedilmesini sağlamıştı. Dayak yemiş gibiydi, belki de yemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
OD TANRISI
Novela JuvenilAteşe hükmeden genç bir adamın damarlarındaki zehirli kanın pan zehrini bulması şarttı. İhtiyacı olan tek şey, ölüm kanının kırmızısı kadar parlak bir Spinel taşıydı ya da gün doğumu kadar parlak bir Safkan. Alesta İsikara bir soyun lideriydi ve Sa...