Dünkü olanlardan sonra sıkıntım kat be kat artmıştı. Bende sıkıntım geçsin diye tüm günümü bilgisayardan oyun oynayarak geçirmiş, hava kararınca da bırakmıştım. Eh yetmemişti tabi. Jongin'i mi teselli etsem, Suho hyung nasıl onu mu düşünsem yoksa kendi halime mi ağlasam şaşırmıştım.
Jongin Kyungsoo ile olan karşılaşmasından sonra arkasına bile bakmadan kaçmış. Söylediğine göre o an aklına daha mantıklı bir fikir gelmemiş. Ah aslında Kyungsoo'nun Jongin'in karşısına çıkmasına şaşırmamıştım. Çünkü onun buraya dönüş sebebinin Jongin olduğu belliydi. İllaki karşısına çıkacaktı. Şu an asıl sorun Chanyeol Jongin ve Kyungsoo aynı ortamda bulunursa ne gibi şeyler olur onu bulmaktı. Ancak benim ona çözüm üretecek bir beynim bile kalmamıştı sanırım.
Çünkü Sehun'un sevgilisi olduğu düşüncesi kafamın içinde dolanıyordu.
Bu fikre dayanamıyordum ve sırf biraz olsun unutmak için yasak olduğu halde, belki bir gün içmek isterim diye aldığım içkiyi yatağın altından çıkarıp koca bir yudum içtim. Anında burnumun direği sızlamaya başlamıştı. Aldığım o tek yudum midemi alt üst etmişti. Kusmamak için yatağa oturup ilk şokun geçmesini bekledim. Tekrar şişeyi eski yerine atıp ayaklandım.
İki gözümü de koluma sildim ve ceketimi alıp burada bulabileceğim en huzurlu yere koştum. Sehun'un evinin yanından geçerken o tarafa bakmamaya çalıştım fakat ışıklarının yandığını görebiliyordum. Olabildiğince hızlı bir şekilde yürüyüp ağaçlık yola girdim. Birkaç dakika içinde gideceğim yer adımlarım hafif sarsaklaştığı için biraz daha uzun sürdü. Sakince kütüğe oturdum ve derin nefesler aldım. Başım ağrımaya başlamıştı bile. Bir süre sokuklanıp rüzgarın beni rahatlatmasına izin verdim.
Nasıl iki kelime insanları mutluluktan uçurabiliyorsa bu iki kelime de beni yıkmıştı. "Sadece Baekhyun."
Doğru ben sadece Baekhyun'dum işte. Hiçbir işlevi olmayan, insanlara kötü davranan, maskesini altında farklı biri olan aptalın tekiydim işte. Ne sanmıştım? Ben annem ve babam için bile değerli olamamamıştım ki başka biri için kıymetim olacaktı! Bana katlanıp, beni ayakta tutan arkadaşlarım olmasa muhtemelen ölmüştüm.
Elime aldığım taşı olabildiğince uzağa fırlattım. Nereye kadar gidebiliyorsa oraya. Bağırdım, çağırdım. Nasıl olsa kimse duymazdı. Nasıl olsa sadece ben duyardım, her zamanki gibi.
Nefes nefese kalmış bir şekilde yere çöktüm. Normalde insanlara saçma gelecek olan, önemsenmeyecek bu iki kelime yüzünden sinir krizi geçirmenin eşiğine gelmiştim. Böyle bir tepkiyi kendimden beklemiyordum ama olmuştu işte. Sanırım ilaçlarımı almamamın etkisi katlanarak artmıştı. Eh o içtiğim tek yudumun bile beni sarhoş edebileceğini de hesaba katarsak....
Öksürüklerimi içimde tutmaya çalıştım, rahatlamak için kafamı kaldırdım. Ay tüm güzelliğiyle yukarıda ışıldıyordu. Ya da onun tabiriyle sadece bir korkak gibi güneşin arkasına saklanıyordu. Biz en ufak şeyden bile farklı manalar çıkartırdık, sürekli ters düşerdik ama bir şekilde anlaşırdık. Ben hep saf olandım, hayata pozitif yönünden bakan, polyannacılık oynayan... O ise tam tersi. İçine alabildiğine gerçeklik koyulmuş bir kavanoz gibiydi. Söylediği her kelimenin ağırlığı farklıydı. Beyninde tek tek işlenip dışarıya çıkıyordu. O yaşımızda bile kim bilir ne büyük yük sırtlanmıştı! Anlatmamıştı hiç ama anlamamak için benden daha aptal olmanız lazımdı. Benimle nasıl arkadaş olduğuna hala şaşıyordum doğrusu. Çünkü onun yerinde olsam kendimi öldürürdüm. Sürekli sorun çıkarıyordum, ayak bağı oluyordum ama hiç şikayet etmemişti. Hoş, etseydi de peşinden ayrılmazdım ya.
Keşke burada olsaydı. Adını bile bilmiyordum ama en azından gerçekti. En azından beni dinlerdi. O yaşımızda akıl verirdi. O zamanlar bizimkiler dışındaki tek arkadaşımdı, yol gösterenimdi. Çocukluğumdu.