Stranger Part 2: Hunter

350 24 14
                                    


XI.

"There's something strange going on tonight.
There's something going on that's not quite right."

Hermione okuduğu cümleyi sindirebilmek için gözlerini kapatıp arkasına yaslandı. Draco'nun da dediği gibi, kitabı yüzlerce defa okumuştu, ama her seferinde aynı cümlede duruyordu mutlaka. Cathy karakterin koca bir monoloğundaki özellikle tek cümle. Hizmetlisine dert yanan kadın, Heathcliff karakteriyle evlenemeyeceğini söylüyordu, çünkü kendisine daha uygun biriyle evlenmeliydi, öteki talibiyle. Onu ne kadar sevdiğimi bilmiyor, diye başlıyordu. Hermione bu cümleye her başladığında gerilirdi, asıl okumak istediği noktaya yaklaştığının bilincinde heyecanla terlerdi parmakları. Kitabın kenarları terli parmakları yüzünden iyice buruşmuştu ve cilt ikiye ayrılmak üzereydi ama Hermione saplantılı bir şekilde aynı kitabı okumaya devam ediyordu. Belki de özellikle bir cümle için, bu cümle.
Sonbaharın soğuk esintisi yüzünü yaladı, burnu soğuktan kızarmıştı. Parmaklarını sayfalar arasından çekip kitabı kapadı, bakmamış olmasına rağmen biliyordu kaçıncı sayfada kaldığını. Heathcliff'in duyacağı ve onları uzun bir süre terk edeceği sahneye yaklaşmıştı. Ah o sahnede de ne derin bir hüzün hissederdi, o kapıdan çıkıp gittiğinde perişan olan Cathy'e yakınıymış, kardeşiymiş gibi üzülürdü. Ama Cathy bir aptaldı gözünde. Heathcliff kaba ve kimi zamanlarda sinir bozucu olabilirdi ama Cathy'i sevmişti. Cathy bunu göremeyecek kadar da aptaldı, onun yerine Heathcliff kadar sevmediği ama kendine daha uygun olan Edgar'a gitmişti. Heathcliff'e ne kadar zarar verdiğini görememişti aptal kız.

Özetle Hermione Uğultulu Tepeler kitabını severdi.

Hastaneden döndükleri gün kitaba saldırmış, bir şey bulma umuduyla her sayfasına bakmıştı ama hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey. Yaşadığı hayal kırıklığı akla zarardı, günün devamında her zamanki gibi pencere dibine tünemiş ve kafa karışıklığının yarattığı boşluk yüzünden ara ara sessizce ağlamıştı.

Hayatının tekrar rayına oturmasını diliyordu. Geçirdiği üç günde hiçbir şey yoktu. Monoton hayatının sefil günlerine ayak uydurmaya çalışıyordu. Uyanıyor, kendine çeki düzen vermek için saatlerini harcıyordu, nasılsa zamanı çoktu. Günün yarısını kitap okumaya harcıyor, bazen kısa süreliğine dışarı çıkıp dolaşıyordu. Yakınlarda küçük bir muggle dükkanı bulmuştu. Bir mutfakta olması gereken tüm besin ürünleri ve yan ürünler bulunuyordu. Küçük, pembe beyaz renklerin hakim olduğu İngiliz tipi bir yerdi. Sahibesi yaşlıca tonton bir kadındı. On beşten fazla kedisi vardı ama hepsi sokak kedisi olduğundan sayılarını tam olarak bilmiyordu. Hermione bazı zamanlar evin yoğun beyaz tonundan sıkılınca onun dükkanına uğrar, toz pembe tonlarına gömülürdü. Dükkanla ilgili en sevdiği şeylerden biri de reçellerdi. Her çeşit, her renk reçeli vardı Bayan Preffer'ın. Hermione reçel rafının karşısına geçer, kendini renkli kavanozların renk cümbüşüne bırakırdı. Onları dakikalarca izledikten sonra çıkıp giderdi. Bayan Preffer da buna alışmıştı artık.

Draco üç gündür görünmemişti, Hermione ara sıra kendini şu Luna'nın bahsettiği REM dönemlerinde bulmayı dilerken buluyordu. Yalnızlık Draco ile konuşmaktan bile çekilmezdi ve kitaplar eskisi kadar tatmin edici gelmemeye başlamıştı, Uğultulu Tepeler hariç. Kapattığı kitabı kucağına koyup dizlerini birleştirdi. Sonbaharda park soğuk oluyordu ama hala sıcak renkleriyle büyüleyiciydi ve her zamanki kadar da kalabalık değildi. Parkta başıboş gezen hayvanların sayısı insanların en az iki katı daha fazlaydı. Hermione parkın bu zamanlarını daha çok seviyordu ama elinde sıcak çikolata ile camın önünde oturma fikri daha cazipti; bu yüzden böyle havalarda çok nadir parka gelirdi. O gün evde kalma seçeneği olmamıştı, Ron evdeydi.
Yolun sonunda hiç yoktan var olmuş gibi beliren mavi atkılı siluete baktı. Siluet yaklaşıyordu. Üzerindeki dizlerine uzanan kalın kışlık kaban atkısının biraz üst tonunda bir lacivertti. Siluet yaklaşmaya devam etti, belirginleşmeye başlamıştı hatları. Uzun, sarı saçlar rüzgarla dalgalanıyordu. İyice belirginleşmişti artık kimliği. Gelip yanına oturdu.

"Ne bulabildin?"

Luna çizgili siyah beyaz çoraplarını dizlerinin altına kadar çekip bacak bacak üzerine attı.

"Hiçbir şey."

Hermione hayal kırıklığıyla gözlerini devirdi.

"Hiçbir şey bulamadım. Lucius Malfoy'un cesedi yok."

Hermione'nin kaşlarını çattığını görünce omuz silkti.

"Bizim departmanın veri depolama bölümüne gidip Malfoy Olayı'nın dosyalarını istedim. Başta vermek istemedi ama üç günün sonunda ikna oldu. Lucius Malfoy bulunamadı demişler. Öldüğüne dair hiçbir şey yok."

"Anladım Luna."

Hermione'nin sesi beklediğinden sert çıkmıştı ama o an bunu fark edemedi. Kendisi dışında herkesin seherbaz olmasına hafiften sinir oluyordu. Aralarında sadece Harry, Fred ve kendisi hiçbir iş yapmadan oturuyordu. Harry'nin uzun zamandır St. Mungo'da kaldığı, George'un da Fred'in özlemiyle kendini tozlu bir odaya kapattığı düşünüldüğünde onların hiçbir şey yapmaması normaldi ama Hermione kendini iyi hissediyordu bu yüzden hiçbir şey yapmamak ona çok dokunuyordu. Luna onun kafa karışıklığıyla gözlerini zemindeki yapraklarda gezdirmesini inceledikten sonra karşılarındaki ağaçlık alanı daha ilginç bulduğunu fark edip ilgisini o yöne çevirdi. Hermione konuşana kadar geçen süreye ağustos böceği sesleri hakim olmuştu.

"Tılsımlı nesne onda olmalı, Lucius'ta. Sence onu bulup nesneyi bize vermesi konusunda onu ikna edebilir miyiz?"

"Bunu istiyor musun?"

Hermione soruyla beraber Luna'ya baktı. Luna'nın yüzünde her zamanki durgun ifade yatıyordu.
Hermione birkaç saniye durakladıktan sonra "Tabii ki." Dedi, bu çok bariz bir şeymiş gibi kaşlarını çatıp gülümserken.

"Delilikten kurtulmak istiyorum ve bunun tek yolu da kafamın içine yerleşmiş Draco'dan kurtulmak."

"Sen deli değilsin Hermione." Dedi Luna, konuşurken kurbağa şekilli kırmızı küpeleri sallandı.

"Sadece şu sıralar... Farklısın. Benim gibi. Thestraller gibi." Kafasını salladı kendine katılırcasına.

"Farklı olmak güzeldir."

"Hayır, bu berbat bir şey." Dedi Hermione, itiraz edercesine.

Bunun Luna'yı incitip incitmeyeceğini görmek için ona baktı ama o aldırmamış gibi görünüyordu karşıdaki kalın ağaç gövdelerini izlerken.

"Belki de güzel olan şey berbat olmaktır."

Sesi de aldırmamış gibiydi. Onun eşsiz yanı da buydu işte, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü pek umursamazdı.

"Onu arayacağım. Onu bulacağım ve tılsımlı nesne neyse onu ondan alacağım."

Kendine güven vermek istercesine tane tane, üstüne basa basa söylenmişti Hermione'nin cümlesi.

"Hayır arayamayacaksın."

Hermione sorarcasına Luna'ya baktı.

"Draco bilinçaltın, unuttun mu? Sana izin vermeyecektir."

"O gerçek bile değil."

Luna ilk defa Hermione aptalca bir şey söylemiş gibi yüzüne baktı. Geldiğinden beri yüzündeki tek mimikti bu hafif kaş çatma hareketi.

"O gerçek, Hermione. Ve bilinçaltını kontrol ediyor. Onu bilinçaltının kralı gibi düşün, sadece tacı olmasın."

Luna havaya baktı, sanki söylediği şeyi kafasında kurmaya çalışıyordu.

"Tılsımın bağlı olduğu şeyi ve kendini korumak için her şeyi yapacaktır. Lucius'a kendi isteğinle yaklaşamazsın."

Hermione yıkılmıştı. Omuzları çöktü, elleri titriyordu.

"Ne yapacağım?" Sesi çaresizlik doluydu.

Luna'nın bir şey söylemesini bekledi, bütün cevaplar ondaymış gibi hissediyordu. Daha doğrusu onda olmalıymış gibi. Ama Luna sessiz kaldı, çünkü yeniden bilmiyorum demek istemiyordu. Sonra Hermione omzunda bir el hissetti.

"Kaybettiğimiz şeyler beklemediğimiz yolla da olsa eninde sonunda bize geri döner Hermione. Daha önce eşyalarım kaybolduğunda Harry'e söylemiştim bunu ve geri döndüler."

Luna gülümseyerek başını salladı. Hermione anlamamıştı, bu da bir çeşit Luna'nın mesaj iletme tekniğiydi: kafa karışıklığı. Luna'nın gülümsemesine karşılık verdi pek içinden gelmese de.

"Hadi," dedi Luna ayağa kalkıp kabanını silktikten sonra.

Elini Hermione'ye uzattı.

"Puding yemeye gidelim."

Hermione'nin sonraki gülümsemesi içtendi işte.

---

Everybody Hurts (2011)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin