Yola çıktığımdan beri hiç durmadım. Ilkbahar mevsiminde olmamız benim için çok büyük bir avantaj oldu. Kuşlar hep birlikte kulağa müzik gibi gelen melodilerle ötüyor, ağaçlar hafif rüzgarda bu melodiye uyarak yapraklarını sallıyor, çiçeklerde bundan eksik kalmıyordu. Şövalye toynaklarını yere vurarak ağır ağır yürüyordu. Belkide artık yorulduğunu ve durmamız gerektiğini söylemeye çalışıyordu. Köyümden çıkarken yanıma bir miktar altın da almıştım. Bu altın, bi tavernada kalmama ve biraz kırmızı şarap içmeme yetecek kadardı. Hava da kararmaya başlıyordu. Artık hem Şövalye hemde ben bitmiş durumdaydık. Şansımız yaver gitti ki yolumuzun üstünde ışıkları yanan bi taverna göründü. Uzaktan o kadar kötü gözükmese de yaklaştıkça nasıl bir yer olduğunu gördüm. Sinir bozucu bir sesle gıcırdayan kapı tam kapanmamış, camlardan biri kırılmış -ilk bakışta taş kırmış gibi görünüyordu- , çatısının kiremitleri parçalanmış, ahırının kapısı olmadığı için atlar iple bağlanmış, döküntü bir mekandı. Eğer bu kadar yorulmamış olsaydım Şövalyeyi buradan uzaklaşmak için koşturmaya başlayabilirdim, ama hem şövalye hemde ben biraz uyumazsak düşüp bayılabilirdik. Mecburi olarak Şövalyeyi at pislikleri temizlenmediği için ölümcül bir şekilde kokan ahıra bağlayıp gıcırdayan kapıya doğru ilerlemeye başladım. Burası büyüklerin çocukları korkutmak için anlattığı hikayelerden farklı değildi. Örümcekler duvarlara yuva yapmış, yakaladıkları böcekleri akşam yemeği yapıyordu. Adım attığınız yeri karanlıktan göremeseniz bile attığınız her adımda bir böcek ezdiğinizi farkedebilirdiniz. Tavernanın hemen yanındaki küçük kulübede gece kadar siyah fakat onun orada olduğunu farketmeniz için yaratılmış gibi parlak gözleri olan büyük bir köpek vardı. Beni gördüğü anda garip garip sesler çıkarmaya başladı. Adımlarımı sıklaştırdım. Kapının önüne gelince tabelayı farkettim: "Kokarca Tavernası"... İçeriye attığım ilk adımda buranın isminin hakkını verdiğini farkettim. Bu taverna ölü gibi kokuyordu ! Sandalyelerde yüzlerinde muhtemelen çatışmalardan kalmış olan savaş yaraları olan, bazıları parmağını, bazıları elini, hatta kolunu kaybetmiş kalıplı ve sert adamlar oturmuş şaraplarını yudumluyor, önlerine koyulmuş olan domuzları ve ördekleri sanki ilk kez görmüş gibi mideye indiriyorlardı. Göz teması kurmadan yavaş yavaş tezgaha doğru yürüdüm. Tezgahta arkası dönük bir şekilde bardak yıkayan adama doğru birazda sert bir tavırla "boş odan var mı?" diye sordum. Adam bana doğru dönünce yüzümdeki tüm sertlik yerini korkuya döndürdü. Adamın tek gözü kılıç darbesiyle olduğu belli olan bir şekilde kör olmuş, diğer gözü -birazda yaşadığı olaylardan, geçmişinden olsa gerek- kanlanmış, dudağından kulağının yanına kadar parmak büyüklüğünde bir yarık, alnında tecrübelerinin verdiği olgunlukla oluşmuş kırışıklıklar ve kalan tüm vücudu ile bu adam bir yaratıktan farksızdı. Bir o kadarda sert ve kalın sesiyle sessizce "10 altın" dedikten sonra elini parayı isteyerek uzattı. Tüm gerginliğimle parayı adama verdim. Adam parmağıyla sağ taraftaki boş odayı gösterdi. Yavaş yavaş ve birazda korkarak odaya doğru yürümeye başladım. İçerideki herkes ilk kez gördükleri için bana bakıyordu. Oda da en az taverna kadar pisti. Duvarın kenarında bir örümcek bana doğru bakıyor, yerde bir fare hızlı bir şekilde koşturuyordu. Eşyalarımı bırakıp salona geçtim. Boş bir sandalye bulup oturdum ve elimi kaldırıp şarap ve yemek istedim. Yemekler tavernanın aksine cennetten çıkma gibiydi. Kızarmış domuzun eti o kadar yumuşak ve güzeldi ki her ısırıkta havaya uçuyormuşçasına bir mutlulukla doluyordum ve köydeki iğrenç şarapların aksine her ıslattığında ağzımı bayram ettiren bir şarap içiyordum. Aldığım her ısırık beni biraz daha kendime getirdi ve en sonunda tekrar eski dinçliğime kavuştum. Ayağa kalkıp odama çekilecektim ki arkadan yaşlı olduğu anlaşılan bir ses "Orada dur delikanlı. Daha bize hikayeni anlatacaksın" dedi ve yanındakilerde pis bir şekilde gülmeye başladı. Bu tür insanlara güvenemeyeceğimi biliyordum. Bu nedenle hikayemi biraz değiştirerek anlattım. Kral yerine haydutlardan intikam alacağımı söyledim. Bu onlara mantıklı geldi, ve böylece herkes kendi hikayesini anlatmaya başladı. Şövalye olmak için yola çıkanlardan tutun benim gibi intikam için yola çıkanlara kadar. Sohbet gitgide koyulaşırken, kahkahalar havada uçuşurken yaşlı adamdan bir soru geldi; "Söyle bakalım evlat, ejderhalara inanır mısın?" ...........
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Savaşçı: Uzun Yolculuk
FantasiaBazıları tarih yazar, bazıları tarih olur. Benim görüşüme göre tarih kitaplarıda bi gün kaybolur. Ben adımı tarihe kazımaya geldim !