Acı. Acı artık bedenimdeki hükümdarlığını kaybetmişti. Ne kadardır sürükleniyordum. Kaç saat olmuştu? Bacaklarım uyuşmuştu. Bileklerimden sonrasını ise zaten hissetmiyordum. Ağaç kökleri, ailesinden koparak çürümeye terk edilmiş ve kurumuş dal parçaları, irili ufaklı taşlar vücudumun altında ezilmeye isyan ederek savaş açmıştı.
Kuvvetli bir rüzgar ormandaki bütün ağaçları şiddetli selamıyla silkeledi. Yerdeki tozlar, ağaçlardaki polenler şahlanarak havaya karıştılar. Gözlerim büyüdü. Lanet olsun! En son yabaninin teki tarafından elim kolum bağlandığı için şalım boynumda değildi. Bu benim için başka bir kabusun başlaması demekti. Sivri iğneler sanki hava moleküllerinin içine gizlenmiş ve beni öldürmeye yemin etmişlerdi. Boğazım polenlerin bu acımasız saldırısıyla aniden tepki verdi. Öksürdüm. Boğazımdaki batma hissi geçmek bir yana, daha da artmıştı. Bir nefes alıp kuvvetlice yeniden öksürdüm. Ama bu hiçbir işe yaramıyor, oradaki batma hissini daha da körüklüyordu. Su. Su içmem gerekliydi. Ağzımdaki bant öksürüklerimi boğazımda geri patlatırken öksürük krizine tutuldum. Kendimi durduramıyordum. Vücudumdaki sıcaklık hızla başıma yükseldi. Krizin arasında nefes almaya çalıştım. Tanrım, az önce olmamıştı ama şimdi su bulamazsam kesin ölecektim. Aniden durduk. Kollarım boşluğa salınırken hızla başımı yere çarptım. Acı kafamın içinde patlarken gözlerimi sıkıca kapattım. Birden başımın arkasında toplanan ikinci bir acıyla başım yerden yukarıya kaldırıldı. Ağzımdaki bant yarı açıldı. Yabancı elinde tuttuğu siyah matarayı dudaklarıma yaklaştırdı ve buğulu sesiyle tısladı.
"İç."
İçmek istemiyordum yüzümü buruşturdum. Fakat yaşaran gözlerim boğazımdaki tıkanıklığa çare olmuyordu. İçmek zorundaydım.
"İç şu lanet suyu!"
Çenesi gerildi. Daha fazla beklemeyerek saçlarımdan tuttuğu elini çekti. Başım tekrar zemine düştü. Elini çeneme koyup dudaklarımı araladı. Suyu ağzıma boşalttı. Su gırtlağıma doğru kontrolsüzce akarken boğulmamak için suyu ağzımdan dışarıya tükürmeye çakıştım. Öksürdüm. Tekrar ve tekrar. Boğulmamam için suyu çekip tekrar başımı kaldırdı. Fazla suyu yuttum. Nefesimi kontrol altında tutmaya çalıştım.
"Benden ne istiyorsun?" Kelimeler ağzımdan dökülmeyi başarabilmişlerdi.
Gözleri ışık hızı kadar kısa bir sürede parıldadı. Güler gibi bir ses çıkardı.
"Seni."
Ne?
Bant tekrar ağzıma kapandı. Olacak şey belliydi. Muhtemelen uygun bulduğu bir yerde tecavüze uğrayacak sonrada öldürülecektim ve bunu bilip hiçbir şey yapamıyordum. Gözlerim yaşardı. Sürüklendiğim toprağın bedenime yaptığı hırçın saldırılara teslim oldum. Aniden büyük bir bembeyaz bir flaş patladı. Birbirine giren sesler karmaşaya dönüştü. Işıkla gelen kaos etrafımı sarıp bilincimi ele geçirdi.
Gözümü açtığımda bana oldukça yabancı gelen, gri duvarlarla çevrili, tavanı bir hayli yüksek bir odada yatıyordum. Tavandaki onlarca ışık titreyerek kaydılar. Tekrar karanlığa gömüldüm. Tanrım göz kapaklarım o kadar ağırdı ki onları açık tutmakta güçlük çekiyordum. Çok uzun bir mağaranın diğer ucundan yankılanıyormuş gibi gelen konuşma sesleri duydum. Bana ne olmuştu böyle? Kalkmaya çalıştım. Vücudum kontrol mekanizmamın verdiği emire karşı gelerek kımıldamadı bile.
Konuşmalar gittikçe yaklaşırken bu dilin, daha önce hiç bilmediğim, duymadığım hatta dünyadan bile olmadığına yemin edebileceğim bir dil olduğunu fark ettim. Gırtlak seslerine hakimdi. Ayrıca ses tonları, ah, öylesine rahatsız ediciydi ki sanki kulaklarımın içine dikenler sokuyorlardı. Beynim hızla bunun ne olabileceği senaryolarını kurmaya başladı. En son manyağın teki tarafından elim kolum bağlı kaçırılıyordum. O anın görüntüleri zihnimde canlanırken ürkek nefesim içimde bir yerlere kaçtı. Bana ne yapıyorlar?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Spatyum
Fantasía"-Karanlık ve aydınlık arasındaki ince çizginin üstündeydim. En ufak bir hatada karanlık beni alt edebilirdi. En ufak bir fırsatta ise ben ona hükmedebilirdim. " Bana kendimi aramamı söylemişti. Ben kendim değilsem kimdim? Nasıl arayacaktım? Kaderim...