Nasıldı o şarkı ,
,
3 yıl sonra, günümüz;
Karanlık alabildiği gökyüzünü mesken tutmuş, rengine boyamıştı. Günlerden bir salı akşamı, aylardan eylül ortası geceyi erken getirir olmuş, eve dönüş yolum zifiri zindan karanlık iken orman yoluna doğru dönebilecek cesareti çok erken yaşta edinmiştim. Henüz yıldız ışığından yoksun karanlık saatler düpedüz kör etmişti ama yolum ezbereydi, gittiğim ve girdiğim her su birikintisi en başından belirliydi.
Üzerimde yer çekimine yenik düşmüş okul üniformamın yakalarını daha da açtım. Kafamın içerisindeki düşüncelerin ağırlığı boynumu acıtıyor, ellerim üşüyordu.
Şehir merkezindeki okulum ve şehir dışında bir ormana gömülü evim arasında mesafe hayli uzaktı. Ama annem her daim böyle evleri seçerdi. Hep aynı ormanlar, farklı şehirler ve farklı okullar, apayrı yüzler ama hep aynı ormanlardı. Üzerine bir de okulda uyuya kalmıştım ve telefon fazla kullanmama huyum da binince yaklaşık üç saattir yürüyor duruma gelmem şaşırılmaya değer sayılmazdı. Sorun da değildi ya, yürümeyi severdim.
Yakamdan içeriye girip bedenimi, tüylerimi diken diken edecek kadar sarmalayan rüzgar saçlarımı savuruyordu. Az bir yolum kalmıştı. Adım seslerim patika yolda toprağa gömülüyor, susuyordu.
Kıbrıs'ta bir üç sene yaşamıştım. Oldukça eski bir adaydı. Yemyeşil ormanları, pütürlü dağları ve nefes gibi suyu vardı. Gezmeyi sevdiğimden tırmanılmadık dağ, girilmedik mağara da bırakmamıştım. Ve sanırım beni en çok etkileyen Mavi köşküydü Kıbrıs'ın. Kaçakçının köşkü...
İtalyan asıllı bir Rum olan Paulo Paolides'in 1957'lerde kalmış büyülü köşkü, renk renk ayrılmış odaları ve rahatsız edici derecede ince işlenmiş detaylarıyla tam zamanlı bir görünmezlik kalesiydi. Aslen avukat olmasına rağmen silah tüccarlığı yapan Paolides hayatını ölümden kaçmak için sığındığı bu hayalet evinde geçirmişti.
Buraya kadar bir sorun yoktu.
Annem de bir avukattı. Durmadan sarıp sarıp sıkıca ensesinden topuz yaptığı simsiyah saçları ve çekik Arnavut gözleriyle oldukça da akıllı bir kadındı. Ve Dünya'nın dilimizi konuşan çoğu ülkesindeki ormanları ezbere bilirdim. Her bir ormanında evimiz, yaşamışlığımız vardı çünkü.
Paolides'in günümüze uyarlanmış yaşantısı içindeyken her daim sorgulayıp durmuştum bu durumumuzu. Neden ne neyden kaçtığımızı, hep böyle mi süreceğini...
Sonuç olarak Paolides bile bir gün o çok sevdiği köşkünü, hayatını adadığı kaçak silahlarıyla dolu halde bırakıp gitmek zorunda kalmış, yine bir gün öldürülmüştü. Bizi bu delicesine kaçıştan koruyacak neydi ki? Ölümden mi kaçıyorduk?
Bu yanlıştı. Tüm bunlar. Terk edilmiş yalnız bir annenin yeni doğmuş bebeği ile durmadan ormanlarda yaşıyor oluşu, bu kaçış akıllıca değildi.
Ama sonra büyümüş, sorgulamayı kesmiştim.
Şatafatlı evimizin önündeki koca çınar ağacını geçip evi gizleyen bu karmaşanın içine dalmıştım. Kauçuk merdivenlerini bir çırpıda tırmanıp okul çantamın kenarında asılı duran anahtarımla eve girdim.
Kapının açıldığı hol karanlığa gömülü olmasına rağmen ucunda hafiften parıldayan ışık annemin çoktan eve varmış, hatta çalışmaya aynı hız devam etmiş olduğunu açık bir şekilde lanse ediyordu. Ayakkabılarımdan kurtulup çantamı askıya astıktan sonra ışığa doğru, çalışma odasına adımladım. Her adımımda ses daha net geliyor, hararetli konuşmasına daha bir tanık oluyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vera'nın İntihar Mektubu
Dla nastolatkówHayatımı avuç içlerinde geçirmek isterdim, hatırladın mı? Dudaklarına değmeden sabaha uyanmamak, kulplu çay bardağının etrafına sardığın avucunda ölmek isterdim. Ben hep ölmek isterdim sahi... Hiç geçiremediğim, benden çalınmış hayatı send...