Hacı Kalfa, beni görür görmez, meyus bir tavırla kollarını kaldırdı:
-Vah hocanım vah, neler gelmiş senin başına? diye söylenmeye başladı.
Vakayı benden daha iyi biliyordu. Bu kadarcık bir zaman içinde nasıl duymuştu.
Aman kızım, gözünü dört aç. İstanbul'a yazacağız diye sana bir oyun oynamasınlar. Nezaret'te tanıdığın varsa hemen mektup yazalım, dedi.
Beni Nazır'a tavsiye eden yaşlıca bir şairden başka kimseyi tanımadığımı söyledim. Hacı Kalfa, onun adını işitir işitmez çocuk gibi sevindi:
-Vay, o, benim velinimetimdir ayol, dedi. Burada bir zamanlar idadiye müdürü idi. Melek gibi bir insandır. Yaz kızım yaz ve beni seversen benden de selam yaz, de ki: "Hacı Kalfa kulun mübarek destlerinden bus'ediyor."
Zavallı Hacı Kalfa, ikide bir, sakat ayağını sürüye sürüye yukarı çıkıyor. "Müddeiumumi Bey, hak onundur, korkmasın. Maarif Müdürü sıkıştırsın, diyor" yahut; "Belediye mühendisi yarın İstanbul'a gidecek. Nezaret'e uğramayı vaat etti" yolunda havadisler getiriyordu.
Ne tuhaf memleket! Birkaç saat içinde rezaleti duymayan kalmamıştı. Otelin kahvesinde, hep bundan bahsediliyormuş.
-Hacı Kalfa, bu ne iş? dedim. Burada herkes herkesi tanıyor?
İhtiyar adam, ensesini kaşıyarak:
-Avuç içi kadar yer, dedi. Nerede bulursun o taşına toprağına kurban olduğum İstanbul'u. Orada olsa kim kime, dum duma. Buranın dedikodusu boldur. Bunu, böylece bilmiş olasın. Benden sana nasihat; kâmil ol, uslu ol. Öyle çarşıda pazarda yüzü açık gezme. İmdi: (Aman Yarabbî, bu imdi kelimesini ne tuhaf bir eda ile söylüyordu!) Sana bir kısmet de çıkar inşallah. Burada bir hocanım vardı. Arife Hocanım. Ceza Reisi kendisine nikâh etti. Şimdi, bir eli yağda, bir eli balda. Darısı senin başına. Aman güzel diye mi? Ne gezer! iffetli diye, ağırbaşlı diye, imdi dünyada namustan kıymetli şey yoktur insan için.
Gün geçtikçe, Hacı Kalfa'nın bana emniyeti, teveccühü artıyordu. Her gün, evinden ufak tefek eşya, dantel bir bardak örtüsü, işlemeli bir yüz havlusu, resimli hazır yelpaze gibi şeyler getiriyor, odamı süslüyordu.
Bazen biz konuşurken, aşağıdan, direk gibi bir ses:
-Hacı Kalfa, ne cehenneme kayboldun yine? diye haykırıyordu.
Bu Hacı Kalfa'nın efendisi, otelin sahibiydi.
İhtiyar adam, her defasında türkü söyler gibi, makamla yavaş yavaş:
-Elinin körü, elinin körü. Hacı Kalfalar kaldırsın seni, diye söyleniyor; sonra bağırıyordu:
-Geldik, geldik, az işimiz var da...
Otelde, Hacı Kalfa ile beraber, bir ahbabım daha olmuştu: Otuzbeş kırk yaşlarında Manastırlı bir kadıncağız.
Onunla ahbaplığımızın nasıl başladığını anlatayım: Otele ilk geldiğim akşam, odamda eşyamı yerleştiriyordum. Hafif bir kapı gıcırtısı işittim. Baktım, odaya sarı basma entarili, yeşil krep başörtülü bir kadın giriyor.
Daha kapıdan girerken: "iyisiniz inşallah, safa geldiniz, hanım kızım" diye hatır sordu. Düzgünlü zarif yüzü; kireçle delik deşik tıkanmış, harap bir duvarı hatıra getiriyor; rastıklı kaşları, simsiyah dişleri, bu çehreye bir ölü kafası korkunçluğu veriyordu.
Biraz şaşırarak:
-Safa bulduk efendim, dedim.
-Valide hanım nerede?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çalıkuşu
General Fiction"Dördüncü sınıftayım. Yaşım on iki kadar olmalıydı. Fransızca muallimimiz Sör Aleksi bir gün bize yazı vazifesi vermişti. "Hayattaki ilk hatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım neler bulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat temrini olur" demişti. Hi...