Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik koca bir bağ var. Çocuklar, aradaki çit duvarı söktükleri için iki bahçe hemen hemen bir gibi. Bir zamandan beri o bağda üç, dört fakir işçi, başlarında kırmızı mendillerle çapa çapalıyorlardı. Teneffüs saatlerinde yanlarına gidiyor, biçarelerin kan ter içinde çalıştıklarını seyrediyordum. O bahsettiğim gün, bunların arasında genç bir ameleye dikkat etmiştim. O da onlar gibi giyinmişti, fakat simasında, halinde bir başkalık fark ediliyordu. Mesela; yüzünün esmer cildinde renkli bir şeffaflık, gözlerinde başka bir parıltı vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar nazik ve küçüktü. Öteki işçiler gibi yaşlı başlı olmadığı için yanına yaklaşamıyordum. Fakat o, benim yanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çok susadığını, mektep çocuklarından birinden kendisi için su istememi söyledi.
Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun için çekinmedim. Hatta bir mektep hocası olduğumu düşünerek: "Peki oğlum, biraz bekle, söyleyeyim!" dedim.
Kendi kendime: "Bu, mutlaka sonradan düşmüş bir asilzade filan olacak!" diye düşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu. Konuşurken kelimelerini şaşıracak kadar sıkılıyordu. Fakat bir taraftan da mütemadiyen sualler, hem de münasebetsiz sualler soruyordu:
Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kış nasıl olurmuş, armudu, elması bol muymuş?
O, suyu içerken ben, gülümsüyor: "Anlaşılan biçarenin aklında bir noksan var!" diyordum. Paşa'nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde, maskara edilmiş bir biçare ağaçlar içinde gördüğüm şeyin, beni ne kadar mütehayyir etiğini anlatmak için bu kadar tafsilat kâfi.
Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ile karşı karşıya geliyordum. Fakat bu sefer büsbütün başka bir kıyafetle. O, başındaki alabros saçlara varıncaya kadar kılıcı, düğmeleri, nişanları, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi. Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının arasında; başı yüksek, vücudu dik, parmakları birbirine yapışmış duruyordu, ince bıyıklarının altında, yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkâr gözleri parlıyordu. Hülasa, öyle bir duruş, öyle bir kıyafet ki, insan beyaz eldivenleriyle kılıcını çekerek: "Hazır ol!" kumandasını vermesini bekliyor.
Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite "hazır ol" kumandasını başkaları vermiş.
Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):
-A! İhsan, sen burada mıydın? Nereden çıktın ayol? Diye hayret etti.
Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadar acemice oynuyor ki: "A! İhsan, sen nereden çıktın?" diye hayret ederken sesine: "Vah vah! Yalan söylediğimiz ne kadar da belli oluyor!" der gibi bir ahenk geliyor.
Evet, bu gülünç "operakomik" dekoru içinde gülünç bir komedya oynayacaktık, niçin? Bunu daha sonra anlayacağım. Şimdilik hiçbir şey sezdirmemek, sakin ve cesur olmak lâzım.
Her halde, bu paşalar, sürpriz yapmasını çok seven insanlar. Fakat benim de, bugün inatçılığım üstümde. Ne yaparlarsa yapsınlar, şaşırmış görünmeyeceğim. Galiba, benim utanmamı, kaçınmamı bekliyorlar hiç vakar ve sükûnumu bozmadım.
Nerime Hanım dedi ki:
-Feride Hanımefendi, siz de bizim gibi İstanbullusunuz. Amcazade ve süt kardeşim İhsan'ı size takdim etmemde bir mahzur görmezsiniz, değil mi?
Ben, hiç fütursuz:
-Bilâkis, çok memnun olurum efendim, dedim. Sonra, onun söz söylemesine meydan vermeden kendimi takdim ettim:
-Feride Nizamettin. Maarif ordusunun küçük zabitlerinden...
Genç zabit, o güzel ve cüretkâr sükûnunu muhafaza edemedi. Hakkı da yok mu ya? Küçük iptidaiye hocası birkaç gün evvel amele kıyafetinde gördüğü bir şahsı, bugün güneş gibi parlak, peri masalı şehzadeleri gibi güzel ve muhteşem görür de heyecanından bayılmaz; bu, akla sığar şey mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çalıkuşu
General Fiction"Dördüncü sınıftayım. Yaşım on iki kadar olmalıydı. Fransızca muallimimiz Sör Aleksi bir gün bize yazı vazifesi vermişti. "Hayattaki ilk hatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım neler bulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat temrini olur" demişti. Hi...