Küçük talebelere beyaz giydirmişlerdi. Dere kenarı papatya çayırlarına dönmüştü. Bu memlekette ne kadar çok kız mektebi varmış. Yeşil bahçelerin arasındaki yılankavi yollardan, marşlar okuyarak gelen mektep taburları bitip tükenmek bilmiyordu.
Erkek hocalar derenin karşı tarafındaki bir ağaçlığa çekilmişlerdi. Bizim aramızda yalnız Recep Efendi, mavi latası, kocaman siyah şemsiyesiyle dolaşıyor, bir köşeye taştan ocak kuran aşçılara bağıra bağıra emir veriyordu. Muallimlerle büyük talebeler çarşaflarını atmak, açık saçık gezip eğlenebilmek için Müdür Efendi'yi güç bela kandırdılar, erkekler tarafına savdılar.
Bilmem niçin, ben bugün hiç eğlenmiyordum. Bu yüzlerce kız çocuğunun çılgın neşesi, sevinci bana dalgın, yorgun bir hüzünden başka bir şey vermiyordu.
Şurada bir iptidai mektebi mızıka ile marş okuyor, ötede bir alay genç kız, itişe kakışa, çığlık çığlığa top, yahut esir almaca oynuyor, daha ileride çocuk, büyük karmakarışık bir insan kümesi manzume okuyan, yahut nutuk söyleyen bir çocuğu alkışlıyordu. Munise; kalabalığın içinde kaybolmuştu. Yaramaz, benimle oturur mu?
Uzakta, yüksek bir setin kenarında bir sıra kestane ağacı vardı. Genç hocalardan bazıları büyük talebelerle beraber bu ağaçlara kolan salıncakları kurmuşlardı Yaprak kümelerinin arasında renk renk etekler uçuyor, çığlıklar, kahkahalar dalgalanıyordu.
Ben, yavaş yavaş kalabalıktan ayrılmış, bir sel çukuru kenarında kocaman bir kayanın gölgesine oturmuştum. Taşkın kovuklarda bitmiş cılız san çiçekleri koparıp ayaklarımın altından geçen suya atıyor, dalgın dalgın düşünüyordum.
Birdenbire arkamda ince bir sesin: "Buldum... İpekböceği burada!" diye bağırdığını işittim.
Meğer salıncak eğlencesi için beni arıyorlarmış. Yarı zorla beni oraya kadar götürdüler, "istemem, yorgunum, sallanmasını bilmiyorum!" diyorum. Fakat ne arkadaşıma, ne talebelerime söz anlatmak kabil değildi. Mürüvvet Hanım -beni vaktiyle Merkez Rüştiye Mektebi'nde müdafaa eden keskin kara gözlü kadın-mutlaka benimle sallanmak istiyordu. Salıncaklardan birine atladık. Fakat, nafile, kollarım titriyor, dizlerim vücudumun yükünü kaldıramıyor gibi çöküyordu. Zavallı Mürüvvet, bir hayli uğraştıktan sonra vazgeçti:-Nafile böceğim... Sen hakikaten sallanmaktan korkuyorsun. Benzin kül gibi oldu, düşeceksin, dedi.
Müdür Efendi, öğle yemeğinde bizimle beraberdi.Benim bugünkü neşesizliğimi o da fark etmişti, ikide bir: "Hani, niye gülmüyor? Vay aksi çocuk vay... Gülme, dediğim yerde gülersin, burada somurtur durursun!" diyordu. Adamcağız, yemekten sonra da peşimi bırakmadı. Mektepten, mahsus çay semaveri getirmişi. Bana eliyle çay pişirmek istiyordu. Hocalardan biri uzaktan el işaretleriyle beni çağırdı:
-Hademelerden birini gönderip Şeyh Yusuf Efendi'ye bir tambur getirttik. Uzak bir yerde ona çalgı çaldıracağız. Aman, şu zevzeğin elinden kendini kurtar da gel, dedi.
Bu, hakikaten kaçırılmayacak bir fırsattı. Yusuf Efendi'nin musikisi beni sardıkça sarmıştı. Zavallı bestekâr, epeyce zamandan beri hastaydı. Mektebe gelmiyordu.
Bir iki günden beri iyileştiğini işitiyorduk. Bugünkü mektep eğlencesine o da gelmek istemişti.
Kadın hocalar, bir bahane ile Yusuf Efendi'yi erkeklerden ayırmışlardı. Sekiz, on kişilik bir kafileyle, kendimizi göstermeye çalışarak dere kenarındaki ince yolu takibe başladık. Şeyh Efendi, bugün çok canlı ve neşeliydi. Yolun uzadığını görerek onun yorulmasından korkanlara gülüyor: "Bu ince yol, ebedi gitse yorulmayacağım. Bugün kendimi o kadar kuvvetli hissediyorum ki!" diyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çalıkuşu
General Fiction"Dördüncü sınıftayım. Yaşım on iki kadar olmalıydı. Fransızca muallimimiz Sör Aleksi bir gün bize yazı vazifesi vermişti. "Hayattaki ilk hatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım neler bulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat temrini olur" demişti. Hi...