1

1K 71 87
                                    

Cage The Elephant - Instant Crush

Gözlerimi karanlık odamın kullandığım tek ışık kaynağı olan küçük lambamın ışıkları ile araladım. Baş ucumda ne işi vardı? Muhtemelen Hyuck bırakmıştı, sorgulamadım.

Yerimden doğruldum, gerindim. Saat akşam dokuz sularıydı sanırım, hava çoktan kararmış ve dolunayın ışıkları odama kadar uğramıştı.

Sokak oldukça sessizdi, diğer günlerin aksine. Gürültüden nefret ederdim fakat hayatımdaki tek renk bu olsa gerek, sokağın gürültüsü olmasa delirebilirdim.

Bilirsiniz, sessizlik, insanı sağır eder. Pek fazla girmeyeceğim oralara.

Eskimiş ve yırtılmak için can atan terliklerim ayaklarım ile buluştuklarında yorgunluğum adına pes ederek yatağa tekrar uzandım. Ayaklarımı salladım, tavanı seyrettim. Diğer günlere nazaran, daha boştu bu seferki.

Normalde sürekli Hyucklar ile takılırdım, işe giderdim veya da yürüyüşe çıkar en kötüsünden içmeye giderdim. Ama bugün Hyuck yoktu, izinliydim ve dışarı çıkıp da kafa dağıtmaya çalışamayacak kadar yorgundum.

Odamın paslanmış ışıkları aniden yandığında gözlerimi refleks olarak sıkıca kapattım. Yanıyorlardı, yanıyordum.

Bir süre gözümün alışmasını dileyerek kirpiklerimi birbirinden ayırdığımda karşımda öylece dikilmiş, en az benim kadar bitik olan bedene baktım.

Lee Jeno, hayatım.

Yanıma geldi, ama oturmadı. Benim gibi yaptı. Ayaklarını yere koydu ve sırtını çarşaflarını yeni almış olduğum sıcacık yatağımla buluşturdu. Ellerini karnının üzerine koyup parmaklarını birleştirdi.

Gözlerimi tekrar kapattım, bir şey demedi. Sessizlik işte, sağır olmuştuk ikimiz de bir-iki dakikalığına.

Ama bizi bu küçük oyundan koparan şey onun tapılası sesi olmuştu.

"Yine mi?"

"Yine."

Bıkmıştı, bıkmıştım. Bu hallerimden, onun sürekli bana gelişinden ve her seferinde hiçbir şey yapmayışımızdan.

Biz de böyle anlaşıyorduk işte, hiçbir şey yapmadan ama aynı zamanda da bir çok duygu paylaşarak. Bir şeyler yapıyorduk ama aslında hiçbir şeydik. Lakin insanlar bazen hiçbir şeyi olmayan kimselere bile ihtiyaç duyar. Hayatım, hiçbir şeydi.

Benim de şu an olduğum durum gibi.

Lee Jeno'ya deli gibi ihtiyacım vardı belki, onun da bana. Ama asla söylemedik, söylemeyecektik.

Sanki kutsal bir yemin etmiştik.

"Na Jaemin, öleceksiniz."

Güldüm, gözlerim hala kapalıydı fakat onun da güldüğünü hissediyordum. İçgüdüsel telepatik güçler falan.

"Belki açlıktan, belki de hasretinden, ha?" Son sözlerimi de ederken kolumdan destek alarak hafifçe ona doğru doğrulmuş ve yorgun bakışlarımı kusursuz yüzünde gezdirmiştim.

"Birinci seçenek her zaman en mantıklı olandır, Jaemin."

Verdiği cevap ile kolumu serbest bırakmış ve cehennemim ile tekrar buluşmuştum.

"Ama mantıksız şeyler her zaman daha hoş gelir Jeno."

Gözlerimi tekrar kapadım.

"Şu an burada olmam gibi değil mi?"

Doğruldu, ben de doğruldum. Sonunda onu güzelce inceleyebilme şansına sahiptim.

Üzerine siyah baskılı bir tişört giymiş, altında ise siyah pantolonu ve üzerindeki koyu gri ceketi. O gerçek değildi ve muhtemelen cenneteki meleklerden biri ile görüşüyordum.

"Gitmeliyim sanırım," henüz yeni fark ettiğim, elinde olan küçük kutuyu sehpanın üzerine bıraktı. Ardından odanın kapısına varmadan önce ışığımı söndürerek son cümlelerini de dudaklarından kaçırdı.

"Bir şeyler ye ve düzenli uyu Na Jaemin. Ne şarkı, ne de kahve bardakların, ölümünü geciktirmeyecek."

Ve sanırım ben de aklımı kaçırdım.

Gitti, kapının kapanış sesi kulaklarımda yankılanırken derin bir nefes aldım. Ayağa kalktım, aynaya baktım.

Ben çoktan ölmüştüm, zaten Lee Jeno da kutsal meleğimdi.

Lakin ben cennete değildim, cehennemin dibindeydim ve bir şeyler tersti.

Onu da çekiyordum.

Ha bu arada, onu bu kadar övdüğüme falan bakmayın, aşık değilim.

Çünkü bu duygu daha ağırdı benim için.

instant crush, nominHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin