Matem

1K 110 38
                                    

Konnichiwa minna!

Bunun birinci kitabının okunması 2k ya ulaştığı için o kadar çok sevindim ki belki bekleyenler vardır diye ikincisini de çevirmeye başladım. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım, umarım değer. Aslında bu gün yayımlamayacaktım ama dayanmadım :)

Hatırlatmak istediğim bir şey var, ben ana dilime çeviri yapmadığım için ne kadar doğru çevirdiğimden emin değilim. Yazım yanlışları ve ya cümlelerde mantık hataları görürseniz çekinmeden söyleyin de düzelteyim.

İyi okumalaar!

"Karanlık. Her zaman öyle...karanlık ki. Ama görmem gerek. Işığım nerede? Görmem...gerek. Görmem...gerek...Se..Sebastian'ı..."

Kont kıvrıldı ve rahatsız uykusunda döndü. Snake yanında durmuş, karanlık çökmüş odanın gölgelerinin içerisinden bakıyordu. Kont yere inmeden önce olanların anısı zihnini ele geçirdi. Asilzadenin böyle bir duygu yetisine sahip olabileceğini asla düşünmemişti.

Pulları batmakta olan güneşin göz kamaştırıcı turuncu ışığıyla parlıyordu. Rüzgar gümüş rengi saçlarını dalgalandırdı ve sonra Snake aniden düşdüklerini hissetdi. Aşağı baktığında besbelii sadece zenginler için yapılmış, kaydadeğer şekilde büyük bir otelin arkasındaki geçite yaklaştıklarını farketti.

Alnında bir ıslaklık hissetmiş, yağmur yağmaya başlayacağını sanmıştı. Ama görünürde tek bir bulut bile olmadığını fark ettikten sonra başını kaldırdı ve asla aklından çıkmayacak bir görüntüyle karşılaştı.

Genelde temkinli olan kontun yüzünde, tamamen mahvolmuş bir ifade vardı. Gözleri sıkı sıkıya kapalıydı, sadece ara sıra gittikleri yönü görmek için açıyor sonra bir kez daha kapatıyordu. Göz yaşları yanaklarından aşağıya akıyordu ve Snake sadece rüzgarın gözyaşlarını silebileceği gerçeğine acıdı, çünkü kontun elleri pullu çocuğun bileklerini sıkı sıkıya kavramıştı.

Yavaş yavaş yere doğru alçalırken Snake bakışlarını yürek parçalayıcı görüntüden ayırdı. Kont Phantomhive gibi bir soylunun uşağı için böylesine güçlü duygular beslediğini kim bile bilirdi ki?

Sonunda, yere bir metreden daha az bir uzaklıktayken, üstündeki kavrayışın gevşediğini hissetdi. Tutuştan kolayca sıyırldı ve kıçının üzerine düşerken öfekli bir "Ah" nidası koyverdi. Gözleri kendisinden daha zarif olmayan bir şekilde yere düşerken Ciel'i izledi, anında alçak sesle hıçkırarak ağlayan bir yumak halini almıştı. Snake ona uyarak sessizce yanında oturdu, onu yatıştırmaya çalışmanın iyi olup olmayacağından emin değildi. Güneş ufukta yok olduğunda ve gökyüzü açık bir maviyle kaplanıp yıldızlar belirmeye başladığında, nihayet bir sonuca vara bilmişti.

"Lord Phantomhive...diyor Goethe." Asilzade, başını sanki müthiş bir acı içerisindeymiş gibi kavrayarak, çömelmiş bir şekilde kalmayı sürdürdü. "Güvenli bir yere gitmemiz gerek" Snake'in nazik sözlerine rağmen, asilzade aynı pozisyonda kalmayı sürdürdü. Sonunda Snake giymekte olduğu siyah frakı çıkarıp Ciel'e sardı ve onu gelin tarzı kucağına alıp geçitten dışarı yürüdü.

Pek fazla yol katetmemişdiler ki tanıdık bir yüz ortaya çıktı.

"Ciel!" diye Elizabeth zorlukla soludu.Snake onu sirk çadırından tanımıştı. Sandalyede bağlanmış olan oydu. Şimdi daha iyi görünüyordu, makyajı gözyaşlarıyla bulanmamıştı ve sarı bukleleri yukardan iki at kuyruğu şeklinde düzgünce toplanmıştı.

"Ah, Ciel!" Şaşkınlık içerisinde izleyen dadısını sokakta bırakıp hüngür hüngür ağlayarak onlara doğru fırladı. Kollarını oğlanın narin vücuduna doladı ve frakının yakalığına doğru hafifçe ağladı.

"Üzgünüm, şey, leydim...sanırım daha güvenli bir yere gitmemiz gerek...diyor Emily." Sarı saçlı asilzade, bir kaç kez daha burnunu çekip başını kaldırdı ve Snake'e baktı.

"Haklısın. Gel, arkadan içeri gire biliriz." Genç kız Snake'i binanın arka kapısının olduğu köşeye götürdü. Kapıyı çok az araladı ve boş koridora göz attıktan sonra Snake'e içeriye doğru yol gösterdi. İkisi sessizce yürüdüler, çıkan tek ses zayıflamış kontun koyverdiği hafif sızlanmalardı.

-------

"Bana bir az daha ıslak havlu getir" diye Elizabeth emretti. Tereddütle başını sallayan gümüş saçlı oğlan odadan dışarı seğirtti. Sarışın kız yüzünü tekrardan nişanlısına döndü ve terleyen alnındaki nem havluyu çevirdi.

"Ah Ciel...Ne oldu sana? Daha önemlisi...Nesin sen?" diye kendi kendine fısıldadı, elleri kucağında huzursuzca iç içe geçmişti.

"O Nephilim dedikleri şey." Lizzy nefes nefese sıçradı ve kendisini ve nişanlısını korumak için gardını aldı.

"Sakin, sakin, kimsenin canını yakmak için burada değilim. Küçük Ciel'im yaralanmış, ve ben de dava üzerinde beraber çalıştığı kişi olduğum için geçerken uğramış olmam gayet akla yatkın." Alois yatağa yaklaştı ve asilzadenin gardını almış pozisyonuna ihtiyatla baktı.

"Beni duymadın mı? Onunla çalıştığımı söyledim." Diye burnundan soludu. Sonunda Lizzy kendini salıverdi ve usulca yatağın yanına oturdu.

"Adım Alois. Alois Trancy. Ben de kraliçenin emrinde çalışıyorum" diye açıkladı, her zamanki rengarenk kişiliğinin aksine hüzünlü bir ifade takınmıştı.

"Ona...ona yardım edebilirmisin? Ateşini çıkaran şeyi iyileştire bilir misin?"diye sordu endişeli asilzade yeni gelene, nişanlısına bakarken yüzü korku içerisindeydi.

"Hasta olduğunu sanmıyorum. Sanırım o... Yas tutuyor." Diye açıkladı Claude bir anda, kara kâhya odaya girerken başı tuhaf bir şekilde yana eğikti.

"Bununla neyi kast ediyorsun?" diye sordu Elizabeth sinirle oflayan Alois'le aynı anda.

"Nadir bir şey, ama bir şeytan bir insanla bağ oluşturduğunda, zamanla ruhları habersizce birine bağlanır. Ve ruhun bir yarısı kayb olduğunda, diğer yarısı matem dönemine girer. O hasta değil," kâhya yatağa yaklaştı ve eldivenli elini usulca asilzadenin alnına koydu.

"O üzgün."

The Evil Champion 2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin