Kiraz şarabı

685 86 20
                                    

Ciel sonraki iki gün süresinde yatak istirahetinde kaldı. Yatağının yanına yapışmış Lizzy gün içinde ona göz kulak oluyor, onu bitkisel hayatından çıkmaya ikna etmek için zayıf girişimlerde bulunurken alçak sesli fısıltılarla yüksekten söylenmek arasında gidip geliyordu. Geceleriyse, Snake (ara sıra Alois) kont uyurken ona bakıyordu.

Ve üçüncü gecenin ortasında, Ciel birden eski cansız pozisyonundan silkinerek kurtuldu ve yatakta dik oturdu. Snake şaşkınlıkla ayağa fırladı, Ciel'in gözlerinin otel odasının loş ışığında nasıl da hafifçe parladığını anında fark etmişti.

"Sebastian..." Kâhyanın ismi Ciel'in dilinden dökülürken umutsuz bir itiraz ve isteksiz bir kabullenişin kederli karışımı gibiydi. Basit bir isme hüzün karışmıştı ve bununla beraber yılların kaybı ve umutsuzluğu gibisinden bir şey ortaya çıkmıştı. Duygusuzluk, o anda Ciel'in lügatında tanımlanmayan bir sözdü.

"E-efendi Ciel, diyor Goethe" dedi Snake, 'efendi' hitabı ağzından kaçarken. Şuuraltında bu pozisyona geçmişti bile. Ciel onun hayatını kurtarmak için kendini tehlikeye attığı andan itibaren, ona olan borcunu kendisini ona adamakla ödemeye karar vermişti.

"...Kimsin sen?" diye sordu Ciel ve sadece bir azcık tanıdık gelen yüz onu süzerken sırtını dikleştirdi. Sadece bir ay ışığı şeridi odadaki mutlak karanlığı yarıyordu, ve kasvetli ortama rağmen aralarındaki etkileşim ikisi için de sakin ve huzurluydu.

"Snake...diyor Worsworth. Bizi yangından ve yıkılan çadırdan kurtardın...diyor Emily" diye Snake mırıldanarak açıkladı, besbelli bir cümlede iki ya da üçten fazla söz kullanmaya alışık değildi.

"Ah, doğru." Asilzadenin gözlerinde dalgın bir bakış vardı, vücudu nihayet tuhaf gümüş saçlı çocuğu tanımasıyla gevşemişti.

Ama Snake'in anısıyla berbaber fazlası da gelmişti. Her şey parça parça bir araya gelmeye başladı. Elizabeth, yangın, melek...Sebastian.

Bir titretme küçük vücudunu harap etti, kabuslarının anıları döndü dönecekti. Şeytanın güzel kırmızı gözlerinin boş bir bordoya dönüşmesini ve bakışlarının boş ve cansız bir hal almasını düşünmeye dayanamıyordu.

"Kahretsinler," diye hırladı Ciel. Snake sert ses tonuyla ürperdi, böyle ani bir patlama beklemiyordu.

"Hepsini öldüreceğim. En sonuncularına kadar hepsini teker teker öldüreceğim." Sesi koyulaştı, gözleri kapandı ve başı aşağı eğildi. Pencereden sızan dolunayın ışığı bile, genç adamın yüzünde yerini almış gölgeleri defedemedi. Ama, başını kaldırdığında, Snake kaskatı kesildi.

Bu aynı çocuk değildi. Meleksi kanatları ve derin masmavi gözleri olan çocuk değildi. Bu Snake ve Lizzy'i kurtaranla aynı çocuk değildi. O çocuk ki, hizmetkarını şiddetli ama gizlenmiş bir tutkuyla seviyordu.

Bu cehennemi görüp gelmiş bir adamdı. Bir adam ki yumrukları kanayana kadar cennetin kapısını çalmıştı. Alev almış mavmavi gözleri ve boy ölçüşmek arzusu olan bir adamdı. Karşısına koyduğu amaca ulaşmak için hem düşmanını hem de dostunu ezecek bir adam.

O Ciel Phantomhive'dı.

-------------------

Ertesi sabah Snake kinli Lord'un hazırlanmasına yardım etti. Onu giydirdi, yemek getirdi ve emrettiğinde araba çağırdı. Snake biliyordu ki, onun için kâhyacılık oynamak bir çocuğun anne babasının ona gülünç bir şekilde büyük gelen ayakkabısına ayağını sokması gibiydi; ki bu  da gerçekten yetersiz olduğu anlamına geliyordu. Ve bunun farkındaydı. Ciel'in frakındaki ve pantolonundaki çeşitli bağları ve düğmeleri çözmesi sonsuza kadar sürdü sanki, ve mutfaktan yemek  getirdiğindeyse (ki Ciel'in alışıldık standartlarının yanından bile geçmiyordu), sadece şefi bulması bile neredeyse yarım saati bulmuştu.(Ç/N ben Snake'in ruh ikiziyim njksnkd) Çabaları Ciel'i hiç etkilemiyordu, her nasılsa.

Her defasında sert bir emir ağzından çıktığında, Ciel boğazından yükselen iğrenç bir hissi geriye itiyordu. Sebastian'a emretmesinin anıları her emirde zihnine sızıyor ve şeytana dair her düşünce daha da iğrenç hissetmesine neden oluyordu. Öğlen kâhyasına dair yeniden ortaya çıkan düşüncelerden öylesine sinirlenmişti ki, Snake'in kendisi için getirdiği abartılı yemeği paltosunu giyip dışarı çıkmak adına görmezden geldi.

"Nere gidiyorsunuz, efendim?...diyor Goethe," diye sordu Snake ayağa fırlayıp kuyruk gibi kontu takip ederek. 

"Bunu bitirmeye" diye yanıtladı Ciel basit ama azimli şekilde, kapıyı arkasından çarpıp kapatarak.

"Neyi bitirmeye?" Aşırı derecede coşkulu bir ses araya girdi. Bİr sızlanmayla, Ciel yüzünü Alois'e döndü.

"Senin hayatını, şeytanına geri dönüp beni yalnız bırakmazsan" diye kestirip attı mavi saçlı. Bir sihir gibi, Claude aniden enerjik sarışının arkasında belirmişti.

"Bunu duydun mu, Claude? Sana benim şeytanım dedi." Sarışın soğukkanlı kâhyasına gözlerini kırpıştırıp kıs kıs güldü.

"Ayrıca hayatınızı bitireceğini de söyledi, efendim, bence bu kısmıyla daha çok ilgilenmelisiniz" dedi kâhya sert sert, yüzünde her zaman takındığı cansız ifadeyle.

"İyi, oyunbozan. Peki neyi- benim hayatımın yanısıra- bitirmeyi planlıyorsun?" diye sorguladı Alois, bir elini yana çıkardığı kalçasına koyup, şımarık bir poz vererek.

"Seni ilgilendiren bir şey değil. Şimdi çek git." Ciel topuklarının üzerinde Snake'e döndü, yeni kâhyasının aksine ikiliye bir kerecik bile bakış atmaya tenezzül etmedi.

"Bu son değil, Phantomhive," diye hırladı Alois.

"Onları izlemek için bir arayıp araba çağırayım mı?" diye sordu kâhya, kısılmış gözleri köşede ortadan kaybolanadek Kontu izlerken.

"Evet. Çabuk ol."

 Nasıl oldu hiç bir fikrim yok. Kontrol edemedim :( Üzgünüm daha çabuk atacağımı söylemiştim ama gelicek hafta sonuna bir deneme sınavım olduğunu söylediler ve çalışmak zorunda kaldım.

Umarım beğenmişsinizdir, hatalarım varsa söylemekten çekinmeyin.

The Evil Champion 2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin