Karşılaşma

197 15 1
                                    

- Büyükbabam anlatırdı. İki bin yılda bir ortaya çıkarmış dünyada. İnsanlar ise ona tekrar gidene kadar hizmet eder, hatta kölesi olurmuş. Bunun nedeni de eğer insanlar arasından bir kişi ona en iyi şekilde hizmet eder, kendisinin yeterli kapasitede olduğunu kanıtlarsa, o insana iki tane yüzük verecekmiş. Bu yüzüklerden sadece bir tanesini takmak bile insana sonsuz hayat gücünün yanında insan bedeninin kat ve kat daha üstün halini bahşedecekmiş. Diğer yüzüğü de takınca, ruhani gücün de üst seviyeye çıkacak ve mental kuvvetin inanılmaz hale gelecekmiş. Ben de hep bunu düşünürdüm.  Bu resmen tanrı olmak demekti. Bir insanı tanrı yapmak... İki bin yılda bir geliyor ve insanlara tanrının gücünü verebilme umuduyla kendine onları hizmet ettiriyorsun. Gelen bir tanrı mı ki insanlara bu umudu verme cesaretine sahip? Ya da tanrıysan neden bir insanı kendine eş bir hale getirmek isteyesin? En azından o insanın böyle düşünmesini sağlamak niye? Bu tanrıdan kullarına bir test miydi? Bütün bunlara rağmen binlerce yıl boyunca hiç bir insan bu mükafatı kazanacak kadar kendini kanıtlayamadı. Acaba beklediği bir fedakarlık mı vardı insanlardan? Bazı zamanlar bunun sadece uydurma bir hikaye olduğunu da düşünürdüm. Ama değilmiş. Bizim zamanımızda o tekrar geldi. Henüz çok gençtik. Yine herkes kendini ona kul etti. İşin komik yanı; sen ve ben farklı olanı yaptık, hiç kimsenin denememiş olduğu bir şeyi... Belki de hiç akıllarından bile geçirmedikleri... Biz onu öldürdük, ikimiz, birlikte... Herkes sağda solda koştururken, o, onun için hazırlanmış çadırında sessizce oturuyordu. Bizim bir çaba içinde olmadığımızın farkındaydı bence. Yanına yaklaşmamıza izin verdi. Etrafta yanan mumlar arasından gülümsedi bize, hatta biraz huzur vericiydi gülümsemesi, kabul etmeliyim. Tek yaptığı gözlerini kapatıp, ruhunu dinlendirmekti, ya da yaptığı her neyse... Senin ona arkadan sarılıp tuttuğunu hatırlıyorum. Kılıcımı çekip kafasını elime almam sadece bir an içinde gerçekleşmişti. Üstün başın hep kandı, tamamen kırmızıydın. Gülümsüyordun. O aşık olduğum gülüşün, bu sefer kanla süslenmiş; kırmızı yüzünün içinden parlayan kocaman gözlerini gözlerime dikmiştin. Ellerimi üstüme silip, önüne koyduğu yüzükleri aldım. Gözlerin hala bendeydi. El ele ordan kaçmıştık, gizlice. Kimsenin bizim yaptığımızdan haberi yoktu. Bütün gece rahat olsun diye kimse yanına gitmemişti. Sabah kahvaltısını götürdüklerinde farkına vardılar. Ölmüştü... Öldürülmüştü... Vahşice... Demek ki o tanrı değildi. Hatta o kadar ki, yüzükler onda hiç bir işe yaramamıştı. Ya yüzükler birer uydurmacaydı ya da onları takmadığındandı. Ama gerçek olmalıydı. Çünkü o gelmişti. İki bin yıl sonra! Yüzükleri elimize geçirmemize rağmen hiç onları umursamadık. Bütün gece sevişmiştik. Güneşin ilk ışıkları çıplak vücutlarımıza vurmaya başladığında, zamanın geldiğini düşünmüştüm. Seni omuzundan ve boynundan öptükten sonra kalkıp, hemen önümüzde sessizce akan, bazen bizi izlediğini düşündüğüm nehirde yüzümü yıkadım. Arkamı döndüğümde sen de giyiniyordun. Hazır olduğumuzda ise gözlerimiz yüzüklerdeydi. Bütün gece bizi izlemişlerdi, parlak kaplamarına sevişmelerimiz yansımıştı. Aşkımız artık sonsuza kadar sürecekti. Ve yüzüklerimiz de bunlar olacaktı. Aşkımız... Sonsuz olacaktı.

- Bu hikayeyi her seferinde anlatıyorsun.

- Anlatacak başka kim kaldı ki?

- Böyle olsun istemedik.

- Yine de buna bizim sebep olduğumuz gerçeğini değiştirmez.

- ...

- Aşkımız sonsuz olacaktı. Şimdi ne haldeyiz?

- Bunun bir sonu olacak mı?

- Bilmiyorum. Kaybedecek bir şeyimiz kaldı mı ki?

- Kalmadı...

- Ne uğruna savaştığımızı unutmaya başladım.

- Hatırlatayım o halde. Yanlış düşüncelerin yüzünden bu haldeyiz. Sözde mutlu sona ereceğimiz düşünceler. Aynı zamanda içinde benim ölümüm olan...

- Daha ileriyi görmüyorsun değil mi?

- Daha ileride olan o mutluluğu paramparça edeceğim.

- Bunun olmasına izin vermeyeceğim. Ne kadar acı verse de sonunda mutlu günlerimiz geri gelecek.

-Yeter!! Kafayı bunlarla bozmuşsun sen! Seninle konuşmaya çalışmak tamamen faydasız.

        Jeanne, sağ elini Judas'ın üzerinde durduğu kayaya doğru uzattı, gözlerini son bir kez daha onun gözlerine kitleyip yumruğunu sert bir hareketle sıktı. Kara bulutların üzerlerine üşüşmesiyle ani bir yıldırımın Judas'ın tepesine düşmesi bir oldu. Boyu 4 metreyi aşan o koca kaya şimdi başlayan yağmurla yavaş yavaş dağılan, havada uçuşan toz parçacıkları haline gelmişti.  Toz kütlesinin ardından belirmeye başlayan Judas, donuk bir ifadeyle gözlerini Jeanne'e dikmişti:

- Şu an kavga etmeye niyetli değilim. Zaten dövüşe tutuşsak da bir kazanan çıkmıyor. Hazırlanmam gerek. Zamanı geliyor, biliyorsun. O yüzden şimdilik, görüşmek üzere. Seni seviyorum.

- Defol!

        Judas'ın tek bir sıçrayışı, arkasında uzanan ormana dalması ve gözden kaybolmasına yetti. Jeanne'nin gözleri hala Judas'ın kaybolduğu noktaya odaklanmışken, başını arkasında hareketlenmeye başlayan çalılardan gelen sese doğru çevirdi.

- Burada mıydı?

- Evet. Hala kafası deli saçması şeylerle dolu.

- Ne kadar acı çektiğini görebiliyorum. Senin için üzülüyorum Jeanne. Ama şunu da sen iyi biliyorsun ki, ikinizin aşkını böyle bir savaşta düşünmeye zaman yok. Yolumuza çıkarsa, tereddüt etmem. Sen de kendini buna hazırlamalısın. Şimdi gitmeliyiz, Tanrı ve Şeytan'ı bekletmek olmaz. 

İlk ve Son Biz'izHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin