8. yanıyorum kıvılcımıyla kalbinin
Yirmi yaşındayım, sene seksen dokuz. Anneme yixing’le yurttan ayrılıp evde kalacağız, diyorum, Changsam’a üç saat uzaklıkta bir yerde aynı üniversitede okuyoruz.
Annem balkabağı çorbası yapmış, ağustos olmasına rağmen hava yağmurlu. Küçük masamızda karşılıklı oturuyoruz, saçlarım kırmızı.
“Minseok,” diyor annem saçları henüz bembeyaz değil ve üzerinde turuncu bir elbise var, “Kalbin kırılmasın.”
Anneme anlatamıyorum, anne, diyorum anne aramızda hiçbir şey yok. Cidden, tamam günlüğümü okudun anlıyorum, dert etmiyorum bunu da cidden, okudun işte ve biliyorsun, ne hissediyorum filan tüm o duygusal saçmalıkları, ama annecim karşılık bulduğum ya da bulmayı umduğum yok ki. Heves işte, diyorum, heves yani.
“Ben aptal değilim.” Annem bana bir kase daha balkabağı çorbası koyuyor. Hayır demiyorum. “Aranızda eşi olmayan bir bağ olduğunu biliyorum canım, gözlerimle görebiliyorum bunu, o kadar belirgin ki. Ama senin bundan kaçtığını da görüyorum, korkuyorsun, kendini anlamaktan bile korkuyorsun ve şimdi kendini korkunla aynı odaya kapatmanı istemiyorum. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”
“Kaçmıyorum ki, nereden çıkarıyorsun?”
Annem kaşığını elinden bırakıyor, bak, diyor bana. Bakıyorum. Yağmurun şiddeti artıyor.
“Ben bunun heves olduğunu sanmıyorum. Eğer böyle bir şeyi heves olarak görüyorsan da yetiştirdiğim çocuğun bu kadar kart olduğuna inanamıyorum.”
“Anne-” diyorum ama elini kaldırıp sözümü kesiyor.
“Anne,” diyorum yeniden, üste çıkıp sesimi güçleştirerek, “Anne ben bir kadınla evleneceğim, tamam mı? Bu her neyse, içimde bir yerde, orada kalsın istiyorum, bununla baş edemem ben.”
“Aynı eve çıkacağım diyen sensin,” annem gözlerini deviriyor, “Ölümüm olsa da bu, ondan kaçacağım diyen de.”
Şair olan hangimiz, diyorum ona.
Hiçbirimiz diyor, o zaman annemin gerçekten kızgın olduğunu anlıyorum. Sen çoktan vazgeçtin o umuttan.
“Bu sadece seninle ilgili de değil. Yixing’in hislerini ve düşüncelerini umursamıyorsun bile bu hesabı yaparken. Duymak istemediğin hiçbir şey söylemeyeceğim sana, ama kendine söz verirken onu hiç düşünüyor musun? O da benim oğlum, Minseok,” sesi titriyor, sadece sevgi görebiliyorum, “Endişe etmek benim hakkım, ama sen duruma endişe duymama bile izin vermiyorsun. Kaçıyorsun sadece.”
“Koşuyorum,” diyorum gülerek. Annem gülmüyor.
“Ne yapayım yani, hayır diyeyim değil mi ona? İstediğin ve, ve doğru olduğunu düşündüğün şey bu mu?”
“Yüzleşmeni yeğlerim,” diyor, “Çünkü yüreğin mangal kadar senin, korkaklık seni yalnız yaralar.”
Sonra annem konuyu değiştiriyor, Deuk ve yeğenleri balığa gitmiş o gün, Deuk da bize bir torba tatlı su balığı getirmiş. Annem ona kızıyor şakasına, aklı pek yerinde olmayan Deuk annemin kız kardeşi gibi, tatlı su balığını nasıl pişireyim dedim ona ama anlamadı, diyor bana kaşları çatılı. Gözlerinde sönmüş çakmaklar var.
Annem yorgun olduğu için erkenden yatıyor, ben de sofrayı toplamaya başlıyorum. Tabakları durulayacakken kapı çalıyor. Hava yağmurlu.
Prefabrikte oturuyoruz o zamanlar, Deuk değildir diyorum kendime, olsa sesini duyardım.