9

0 0 0
                                    

9. bir adam var düşümde tam dokunacakken uyandırıldığım 


“Yavaş sür! Düşelim de bir yerlerimizi mi kıralım istiyorsun?” 

Bisikletinin iki selesi var, motora biner gibi arkasına binmişim, beninden gevşekçe tutunuyorum bedenine. Sıkıca sarmak gibi bir gayem yok. 

“Ben sen miyim de bizi düşüreyim!” Yağmura ve rüzgara karşı sesini bana duyurabilmek için bağırıyor, ona cevap vermiyorum. 

Zaman bizi çirkinleştirmiş. Yixing için fiziksel bir çirkinliğin sözünü etmiyorum, geniş omuzları ve elimin altındaki sıkı karnı bana bunun sözünü ettirmiyor, ama onun hızına boyun eğmiş rüzgarda seyahat ederken rodriguez’in tuvaletindeki atışmamızı zihnimdbaşa sarıp tekrar tekrar izliyorum ve diyebiliyorum ki, zaman bizi leşleştirmiş. 

Çok kırığız. 

Koruluğa giden değişmemiş, ya da ben gece karanlığında farklılıkları idrak edemiyorum ama hiç unutmadığım toprak kokusu yine orada işte, bisikletin geçmesi için fazla dar patikalar ve yabani hiç güdülmemiş çalılar pantolonlarımıza takılıp üstlerinde delikler açmaya çalışıyorlar. 

Benden ne beklediğini hiç bilmiyorum. 

Bisiklet duruyor, bir saniye düşünmeden aşağı atlıyorum, o öne giderken kendimi geri bıraktığım için sendeliyorum, ayağım çamura giriyor. Dönüp bakıyor. 

İyi misin, diye sormak istiyor mu acaba, diye düşünüyorum. Acaba aramızda ne kadar sevgi,ne kadar şehvet ve ne kadar nefret var? Yüzüne bakmıyorum. 

Bekçi kulübesine kilit taktırmışlar, pencerelerin önüne de korkuluk takılmış, bina da yenilenmiş gibi duruyor biraz. Gecenin bu saatinde babası neden burada yok, diye soruyorum kendime, acaba acuşi artık çalışmıyor mu? Yixing kahverengi yağmurluğunun cebinden bir anahtarlık çıkartıyor, ucunda kırmızı bir deniz yıldızı takılı, yüzüme bakmadan kilidi açıp kapıyı itiyor. İçeri geçtiğinde bile kapıyı tutmaya devam ediyor, gir içeri kapıyı değiştirdim, diyen sesi soğuk. 

Ayakkabılarımı kapıdan hemen içeri girince çıkartıyorum. Yan yana çıkartıyoruz. İki air jordan, fark edince yüzünde çok keskin bir ifade beliriyor, ardan sıyrılmış bir adam olduğumdan artık her saniyesini izliyorum. Stan smithleri giymemiş. 

İçerisi de daha farklı, o eski kulübedene ser kalmamış, daha çok tek kişiye ait bir oda gibi. Uzanıp onu öptüğüm sedirin yerinde çift kişilik sağlam bir yatak var, bir dolap ve yemek masası, yerde de bir halı. Eskiden tüplü ocakla kesme tahtasının durduğu yere güzelinden bir tezgah döşenmiş, idarelik durmuyor hiç. 

“Burada mı yaşıyorsun?” 

Montumu ona veriyorum, sarı aydınlatmalı alçak tavanlı bu odada, bu evde kendimden bir parça arıyorum. Bunu neden yaptığımı sorgulamıyorum bile, çünkü ben her kırmızı kazağımı üzerime giydiğimde bile yutkunuyorsam ve ne zaman bir kenara bir şeyler karalıyorsam yollar da yokuşlar da hep ona çıkıyorsa, hatıralarda aynı tazelikte yaşama hakkını iddia edebiliyorum. 

Yatağının başlığına üç fotoğraf asmış. Biri bizim buzdolabındakinin bir kopyası, yeşil ve sarı. Öteki annesi, babası abalsı ve nenesi. Bir diğeri on beşimdeki bendeniz ve nenesi, kestaneli pasta yiyoruz, üzerimde kırmızı kazağım var. 

“Aradığını bulabildin mi?” Odadaki tek sandalyeye oturmuş beni seyrediyor. Çoraplarıma bakıyorum, sol teki serçe parmağından delik, parlak yeşil çoraplarım. Artık delik çorapları yüzünden utanan bir adam değilim. 

Yatağına oturmak istemiyorum, çömelip halının üstünde bağdaş kuruyorum, yüzüm yüzüne dönük. Ellerimde alyans arıyor, bulunca da takılıyor gözü. Onun eli boş, nedense rahatlıyorum. 

hüzün şehrinden mutlu sonlar Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin