KİTABI BEĞENMENİZ DİLEĞİYLE ...
KEYİFLİ OKUMALAR DİLERİM.
Umarım beğenmişsinizdir. Yorumlarınızı bekliyorum.
sadeceben901
Kutlar kendilerinden bir parçayla yaptıkları tılsımlı takıları seçtikleri bir ailenin himayesine verdiler. Bu Kutlar büyük yaratıcının iyilik ile özel seçtiği varlıklardı. Asıl amaçları günün birinde dünyaya ayak basacak kişilere yardımcı olabilmekti. Bu takılara sahip olan aileler birlik olmak yerine tüm bozkırda söz sahibi olabilmek için birbirlerine rakip olmuş çoğu zaman da ileriye giderek kan kardeşlerini katlettiler. Kutlar artık dökülen kanları durduramadı. Bir savaş oldu. Hayatta kalabilen tek kişi bir çocuktu. Onun ise ellerini ve kollarını kesilerek kaderine terk ettiler. Ormanda yaşayan bir kadın bu çocuğu buldu ve onu hayatta tutmayı başardı. Çocuk büyüdü. Onu kurtaran kadınla birleşip çoğaldı. Kendisi yaşlanıp ölse de onu kurtaran kadın tam insan olmadığı için nesiller boyu yaşadı. Onun adını kuşaklarca aktaran çocukları ise ona duydukları saygı ve sevginin gücüyle onu Kut ettiler. Kadın ise elde ettiği güçle sözünü Kutlar arasında geçirebildi. Çocuklarını ise aktardığı genlerle dünyaya nizam vermek için asker olarak seçtirtti. Evrende her şeyin tersi var olduğu gibi bu iyi kutların yanında kötüler de vardı. Bunlar ise İblisin kölesiydi. Öyleydi ya bu kutun çocuklarının mücadele edeceği birileri olmalıydı.
‘‘Zamanın yarısında sadece bozkırda diğer yarısında ise tüm dünyada.’’
Tekrardan bileğimdeki kol saatine bakıp oturduğum yerde sol kolum duvara yaslı bir şekilde spor ayakkabılarımın iplerini bağlamaya kaldığım yerden devam ettim. Kendimce aklımda unuttuğum bir şey var mı diye hafızamı minik bir kontrolden geçirdim. ‘‘Pasaport… Tamam, kimliğimi… Aldım. Kulaklığım… Cebimde…’’ Her detaydan emin olduktan sonra aceleyle ayaklanıp anneme doğru döndüm.
Vedalaşma seremonisini çabucak bitirsin istiyordum çünkü on dakika daha annem ve tavsiyelerini dinlersem gerçekten uçağa geç kalacaktım tabi birde her yere sizinle gelmek için çığlık çığlığa ağlayan bir erkek kardeşiniz varsa uyanıp peşinize takılsın istemezsiniz herhalde.
Sıkıntımı belli edercesine elimdeki saate bakıp abartılı şekilde iç çektim. Annemin kollarını aceleyle sıkıp kendime çekip sımsıkı sarıldım. Sanki bir ay değil de daha uzun süre görüşmeyecekmiş gibi anlık olarak hiç ayrılmak istememiştim. Annem de hemen sarılmama karşılık vererek:
-Ah… Kızım hiç gitmeni istemiyorum ya…
Bu dediğine bıkkınlıkla göz devirmek istesem de kendimi tutarak sarılmamıza son verdim.
-Anne… Biletler, kalacak yer her şey tamam. Son dakika lütfen sorun çıkarma.
Annem bu dediğime tepki olarak tekrar bana sarıldı.
-Vardığında beni ya da babanı ara olur mu?
Bu dediğiyle yüreğime soğuk su serpilmişti.
-Tamam, anne ararım
Birbirimizi bıraktığımızda bana biraz kuşkuyla baktığı için üç dakika daha onu ikna etmeye çalıştım. Kardeşimin odasının kapısından ses gelince korku filmi sahnelerinde olduğu gibi yavaşça açılan kapıyı ağır çekimde izledim. ‘‘ Lütfen şimdi uyanmasın.’’ Diye içimden dua ederek gereksiz bir umuda kapılıp içeriden çıkan kardeşime odaklandım. Kapının girişinden bizi kararlı gözlerle izleyen kardeşimle göz göze geldik. Bize doğru, pardon, bana doğru sırtında çantasıyla koşan Samet’le beraber bende yerdeki valizimi elime alıp yapabildiğim en son hızla merdivenlerden uçarak aşağıda beni bekleyen babamın arabasına kendimi attım. Nefes nefese kalmış olmamdan ne olduğunu anlayarak:
-Samet mi uyandı? Diye sordu.
Kafamı evet manasında salladım. Elimi hızlı atan kalbime götürdüm ve babama:
-Yakalasaydı onu yanıma almak zorunda kalırdım. Oğlunuz nasıl bir şeyse yapıştığında bırakmıyor. O da gelirse tabi ki annem de işinden izin alıp gelirdi.
Babam bu dediğime sessiz kalarak hala annemin bizle gelmesi taraftarı olduğunu belli etmeye çalıştı hatta çalışmayarak bununla alakalı bir sürü nutukta çekti.
Sonraki dakikalarda yol boyunca arabada çalan ve ne olduğunu bilmediğim, umurumda bile değil, yavaş müzikler dinledik. Babamın huzursuzluğunu hissedebiliyordum. Yani bu müzikle direksiyona hareketli ama ritimden uzak gelişi güzel şekilde parmaklarıyla vurması bile kanıttı. Arabada ki gergin havayı dağıtmak için sessizliği bozup konuşmaya başladım.
-Baba… Ne kadar heyecanlıyım. Hayallerim orada. Tarih, eski yaşam kültürü… Babam gülme krizine girerek lafımı yarıda kesmiş üstüne dalga geçer gibi:
-Kızım Tarih’e bayıldığını biliyorum ama şu eski yaşam tarzı meselesine gelince üç gün hayatta kalamazsın.
Bende gülmesine katılarak sesime hafiften sitem ve alay katıp sonlara doğru ciddileşerek:
-Baba ya… Çok böcek var mıdır?
Babamın gülmesi güçlenmiş hatta nefes almakta bile güçlenmeye başladı. Sakinleştiğinde ise:
-Vardır merak etme.
Bunu dedikten sonra babamın yüzündeki gülümsemesi soldu. Bende yüzümü iğrenir gibi buruşturarak ona tepki verdim.
Yani söz gelimi havaalanına gideceğimiz yolun bütün zamanı babamın bana laf sokması benim de o lafların altında baya ezilmemle geçmişti. Havaalanına girdiğimizde bizi bekleyen Seray ile buluştuk.
-Nerede kaldınız? Az sonra son anonsu geçecekler.
Daha sonra babama bakıp:
-Merhaba Kürşat Abi.
Babam kafasını küçük eğip selamını alarak:
-Merhaba, Sera. Ağabeyin ile baban nasıl?
Sera gülümseyerek:
-Siz daha iyi bilirsiniz.
Babam Sera’nın bu dediğine gülerek bizi kontrol noktasından uğurladı.
Artık uçağa binmiştik. On yedi saat uçuşun ardından Türk tarihinin başlangıcı olan civarlardan bir tanesine ayaklarımızı basmıştık: Moğolistan’a.
Sera’nın yönlendirmesiyle, daha çok akıllı telefonda ki harita yardımıyla, yer ayırttığımız otele giriş yaptık.
Otel sahibinin berbat bir İngilizcesi olduğu için Sera internetten konuşarak dil çevirebilen bir uygulama açtığında bir şekilde anlaşabildik.
Odaya çıktığımızda yolculuğun verdiği yorgunluğu atabilmek için biraz dinlenme kararı aldık. Dört saatlik uykunun ardından eşyalarımızı da gelişi güzel dolaba yerleştirdik. Odanın Kapısının çalmasıyla elimde ki telefonu kenara bırakıp kapıyı açtım.
-Hi, i'm chuluu. My private guide that you have agreed with the travel company. (Merhaba, ben chuluu. Seyahat firması ile anlaştığınız özel rehberim.)
Ardından boynundan astığı şirkete özel belli olduğu kimliğini gösterdi. Elimi uzatarak bende selamlaştım. Elimle yanımıza gelen Serayı işaret ederek konuştum.
-Yes I remember we were waiting for you I'm Kayra she's my cousin Sera. (evet, hatırladım seni bekliyorduk Ben Kayra o da kuzenim Sera)
-Yes I know. If you're ready, let's go. (Evet biliyorum. Eğer hazırsanız gidelim.)
Eşyalarımızı alıp otelden çıkış yaptık. Rehberle beraber kendi imkânlarımızla beraber tuttuğumuz bir 4x4 arazi arabasına binmiştik. Tabi ki sürücü koltuğunda Chuluu yan koltuğa ise benle Sera sıkışmıştık. Yaklaşık 15 dakika sonra Moğolistan’ın beni en çok cezp eden yerine gelmiştik: Orhun Kitabeleri. Üç dikili uzun sütunun bir tarafı Orhun alfabesiyle diğer tarafı da Çin alfabesiyle yazılıydı. Her iki millet hatta tüm dünya Kültigin’i, Bilge Kağan’ı ve Tonyukuk’u bilsinler diye böyle yapılmıştı. Tek sıkıntı buradaki yazıtlar gerçeğinin kopyası olduğuydu. Gerçek yazıtlar ise Orhun Yazıtları Müzesinde saklanıyordu.
Tarihi bilgilerim eşliğinde etrafa bakarken ne kadar eşsiz durmuştu gözüme.
Parkı gezerken biraz ilerimizde buradaki herkes gibi Moğol geleneklerine ait kıyafetler giyen yerel halktan olduğu bariz belli olan bir kadın takı tezgâhı kurduğunu fark ettim. Seraya dönüp elimle kadını işaret ederek:
-Sera bak burada takı satıyorlar. Diye tek solukta konuştum.
Her kız gittiği yerde hatıra olarak kolye, yüzük, anahtarlık veya bilezik alırdı. Tezgâha yakınlaştığımda satıcı kadının kapalı gözleri bir anda açıldı. Beni biraz korkuttuğu için neredeyse oraya gitmekten vazgeçecektim. ‘‘ Ne o öyle korktum vallahi.’’ Diye içimden geçirerek tezgâhta ne var diye kontrol ettim. Burada ki çoğu ürün gotik tarzdaydı. Çok ilgi çekici şeyler vardı: Moğolistan’a özgün tokalar, kolyeler ve daha birçok şey.
Biz ürünleri incelerken rehber de bize katılmıştı. Onun gelmesini pekte umursamamıştım çünkü gözüm kenarda duran rengi mora yakın, diş şeklindeki kolyeye takılıp duruyordu. En sonunda dayanamayıp elimi uzattım ve tam tutacaktım ki kadın hemen kolumu kavrayıp beni durdurdu. Türk olduğumuzu nereden anladığını bilmesem de aksanlı ve gırtlaktan konuştuğu Türkiye Türkçesiyle:
-Her takıya öyle elini sürme. Lanetli bir parçada olabilir kutsalda. Ama seni temin ederim bu kolye kutsaldır.
Kadının dediğini başta konuşmasının tuhaflığından anlayamasam da parçaları beynimde birleştirdiğim de çok heyecanlandım. Heyecanımı belli etmek istemiyordum çünkü Serayı yakından tanıyorsam böyle şeylere pek inanan biri değildi. Ona karşı alay konusu olmak istemiyorum. Sonradan eve gittiğimizde ‘‘Kayra hala çocukça şeylere inanıyor…’’ gibisinden beni aileye rezil ederdi.
Ben ise onun aksine küçüklüğümden beri fantastik olay yaşamak için Allah’a yalvarıp yakarmıştım. Okuduğum her roman ve benim zengin hayal gücüm gerçek olmak zorundaydı. En sonunda ise Allah çok istediğim için başıma bela vermişti zaten. Geçmişte yaşadığım bir olay gerçek olduğunu bana zaten kanıtlıyordu. Kabuslarımın baş eseri olan kızıl saçlı kadının aklıma gelmesiyle tüylerim diken olmuş, ürpermiştim. Gözümün önüne gelen suretiyle aklımdakileri hemen def etmeye çalıştım. ‘‘Sonuçta olmayan bir şey insanoğlunun aklına gelmezdi değil mi? Ama kime anlatsam inanacak ki bana zaten. Samet bile üstüme güler.’’ Düşüncelerimi kafamda zorla durdurdum. Odağımı anda tutmaya çalıştım. Elimle kolyeyi gösterip kadına karşı ilgisiz olmaya çalıştım ama pekte başaramayarak:
-Ne işe yarıyor ki bu? Dedim.
‘‘Aferin, kolyeyi boynundan assaydın daha ilgisiz görünürdün.’’ Kendime içimden kızıyor bir yandan da kadının vereceği cevabı merak ediyordum.
Kadına verdiğim tepkiler komik gelmiş olmalı ki bir dakika boyunca gülümseyip yavaş yavaş eski ciddiyetine geri dönmüştü:
-Bu kolye aslında Asena’nın dişi. Üstünde mistik tılsımlar olduğu için beyaz olan rengi gün geçtikçe mora döndü.
Sera’nın göz devirdiğini ağzından çıkan bıkkın nefesten anlamıştım. Göz ucuyla ona baktığımda bana ‘‘gerçekten mi?’’ bakışı atıyordu. Satıcı kadın derin bir nefes alarak ağır aksanlı konuşmasına kaldığı yerden anlatmaya devam etti:
-Bu kolye kendisini çok isteyen bir kişinin dileği. Bu kolyeye sahip olan kişi, ona ihtiyaç olunan bir yere ya da zamana gider.
Sera kahkaha atıp:
-Teyze, diyelim ki bu kolye Asena’nın dişi sende işi ne? Çoktan kapını F.B.I. ya da ne bileyim C.I.A. hatta… buraya daha yakın bir yer söyleyeyim MSS basması lazımdı.
Ben ise Sera’nın bu dedikleriyle kolunu dürterek zorla susturdum. Tamam, kadının dediği gerçek olmasa bile Sera’nın böyle konuşması gereksizdi. Kadınında bir şekilde kendi malını satması gerekiyordu sonuçta. Kadın pekte tınlamayarak eliyle başka takıları göstermeye başladı.
-Ay ananın yüzüğü, bu lanetli mi kutsal mı kişiye göre değişir. Kürşad Han’ın zihgiri; çok fazla koruma tılsımı yapılmış ama kimin ya da kimlerin yaptığı belli değil. Oğuz kağanın mührü…
Kadının palavralarından ben bile sıkılmıştım ama son dediğiyle istemsizce tezgâha iyice yakınlaştım. Kadın ilgimin tamamen onda olduğunu fark ederek konun en can alıcı noktasına geldik. Kadın bana öyle bir soru sormuştu ki ‘‘evet dersem Seranın ömür boyu alaylarına konu olacaktım hayır dersem de içim içimi yiyecekti.’’
-10255,65000 Tugrik (Moğol para birimi), alacak mısınız?
Rehberi kendi isteğiyle kitabelerde bırakmıştık. Ne kadar oradan ayrılmak istemesem de birkaç yere daha gittikten sonra otelin yolunu tutmuştuk. Üstümüzde ise günün yorgunluğu çok fazlaydı. Bunda bozkırın havası da baya etkiliydi. Seranın kendi kendine gülmesiyle içimden derin bir ‘‘of ’’ çektim.
-Kayra ona neredeyse 55 TL verdin.
Elimle boynumdaki kolyeyi yoklayıp cevap verdim:
-Kadına bende inanmıyorum Sera. Sadece kolyenin şekli hoşuma gitti. Hem o kadar pahalı değil.
Sera tabi inandım dercesine kafa sallayıp:
-Ben olsam Ay Ana’nın yüzüğünü alırdım. İşlemeleri çok güzeldi ve gerçek gümüş gibiydi.
-Alsaydın o zaman.
-Pahalıydı. Sence ben senin gibi bir takıya 100 TL verir miyim? Zaten o kadar masraf ediyoruz burada.
‘‘Bende ne zaman açacaksın bu konuyu diye merak ediyordum zaten.’’
Biz konuşmaya devam ederken havada kara bulutlar oluştu ardından hafiften yağmur yağmaya başladı. Karanlığın bu derece çok bastırmasını beklemiyordum. Bozkır havası genelde sert ve rüzgârlı olur. Ama yazın ortasında yağmur beklenen bir şey olmaz. Kafamı camdan dışarıya uzatarak gökyüzünü izlemeye başladım. Gökyüzü de tuhaftı. Böyle olması hiç normal değildi. Bulutlar iç içe halka oluşturmuştu. Korkunç olsa da insana izledikçe izlettirecek bir güzellik sunuyordu. Yağmurun şiddetlenmesiyle camdan sarkıttığım başımı içeriye soktum. Ellerimle emniyet kemerine sıkıca sarılıp telaşımı sesime yansıtmamaya çalıştım.
-Sera ne olur dikkat et. Biraz daha yavaş git. Diye söyledim.
Sera ise gergin sesiyle:
-Elimden geleni yapıyorum. Yavaşlarsam arkaya doğru kayarız. Merak etme bir şey olmaz.
Dağlık alanda sürüş yaptığımız için öbür tarafımızda uçurum vardı. Yoldaki asfalt çok sağlıklı değildi. En ufak hatada aşağıya yuvarlanabilirdik. Kendi kendimi korkutarak bildiğim tüm duaları mırıldanmaya başladım. Önümüze büyük bir taş yuvarlandığında Sera arabayı ani bir frenle kırmıştı ama yerler ıslak çamur olduğu için araba durmadı. Arabanın yönü uçuruma doğru olduğu için hiç işe yaramayan güvenlik bariyerlerini kırıp aşağıya düşmeye başladık. Elimle Seranın omuzundan kavrayarak olduğumuz yerde sabit tutmaya çalıştım. Bundan sonra ki tek umudum arabanın yuvarlanmasından çıkan gürültülü sese veya bizim çığlıklarımızın birinin duyup yardım etmesiydi.
"Bunun için onunla bile tekrardan konuşurdum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMAN İPLİĞİ
Ficção HistóricaBÖLÜMLER SİLİNİP BAŞTAN YAZILDI. M.Ö. 200'lü yılları 21. Yüzyıl ile birleştiren bir anlaşma. Kutsal ve Lanet'in, İyi ve Kötünün, Bugün ile Yarın'ın savaşı. Yıllar boyunca bizleri koruyanlar ve yok etmek isteyenler. İlk savaştan son savaşa kadar u...