"Rosè yavaş ol, düşeceksin !"Rosé bir türlü yerinde durmuyordu ve sürekli dans etmek istiyordu.
Önce beraber sessiz bir kafeye gitmiş bir şeyler içmiştik. Fakat Jimin 'böyle eğlenilmez' diyerek bizi iğne atsan yere düşmez bir bara getirmişti.
Rosé yemek yemiyordu, bir şeyler içemiyordu. Ama yine de diğer sarhoş insanlardan pek bir farkı yoktu. Gözlerimi ondan ayıramıyordum.
Rose dans ederken bir süre onu izledim. Kalçasını sallayışı, saçlarını savuruşu, bakışları... Tanrım, ne kadar da güzeldi.
Jimin de yanımdan kalkarak onun yanına gidip dans etmeye başladı. İkisi de deliler gibi kahkaha atarken ben düşünüyordum.
Rosé'yi biz yaratmıştık. Ama şimdi sanki başka bir insan gibiydi.
Rosè başarılı bir insan kopyasıydı. Haraketleri, konuşması, beyninin çalışması mükemmeldi. Hatta çoğu insandan daha üstündü.
Ama duyguları yoktu. Çünkü bir kalbi, vicdanı yoktu.
Bunu ancak gerçek bir tanrı sağlayabilirdi. Ve Jimin'le en üzüldüğümüz nokta da buydu.
Rosé'nin sürekli gülmesinin sebebi mutlu olması değildi. Çünkü onu böyle programlamıştık. Ağlaması gibi bir şey söz konusu bile değildi, imkansızdı.
Jimin nihayet yorulduğunda Rosè'yi de çekiştirerek bar taburesine oturttu. Rosé ise hala enerji doluydu çünkü yorulmuyordu.
"Artık eve gitmeliyiz, Jimin." diye mırıldandığımda Rosè'nin kafasını bana doğru çevirdiğini hissettim.
"Jungkook ?" diye konuştuğunda ben de ona baktım.
"Efendim, Rosè ?"
"Tanrı nedir ?" diye sorduğunda donakaldım. Jimin'in de kasıldığını hissettim.
"Sen bunu nereden öğrendin ?" diye şaşkınlıkla sorduğumda gerçekten şok olmuştum. Çünkü Rosè'ye hiç tanrı veya yaratıcı hakkında bir şeyler söylememiştik.
"Konferanstayken" dedi. "Benim haraketlerimi izleyen birkaç kadının 'Aman tanrım!' gibi şeyler söylediklerini duydum."
Kulakları da çok keskindi. Tüm insanlardan çok çok üstündü.
Jimin'le birbirimize baktığımızda ellerini 'ben bilmem' dercesine kaldırdı ve hesabı ödemek için yanımızdan ayrıldı.
"Tanrı, insanları, hayvanları hatta tüm bu her şeyi yaratan varlıktır. Mesela beni de-"
"O zaman sen de tanrısın ?" diye sorarcasına konuştuğunda suratına inceledim.
Gri gözleri irice açılmıştı ve merakla vereceğim cevabı bekliyordu. Tam ağzımı araladığım sırada bağırmaya başladı.
"Evet, evet! Sen bir tanrısın. Çünkü beni de sen yarattın, Jungkook."
Ne diyebileceğimi bilmiyordum. Tanrı bir robot yaratmazdı ki. İnsan yaratırdı.
Rose bir robot Jungkook, o bir insan değil. Evet çok insana benziyor ama değil. O bir robot ve onu sen yarattın.
Jimin geldiğinde ceketimi aldım ve ayaklandık. Rosé'yi bu gece kendi evime götürecektim çünkü yeterince yorulmuştum.
Jimin bizden ayrılıp evine döndüğünde yürümeye devam ettik. Bir anda yağmur başladığında hazırlıksız yakalanmıştık çünkü Rosè'nin ceketi yoktu.
"Hadi, hızlı ol !" diye çekiştirip onu olabildiğince hızlı yürütmeye çalıştım ama Rosè inatla direniyordu.
"Jungkook, beni bırak! Hasta olmayacağımı biliyorsun, izin ver tadını çıkartayım." dediğinde duraksadım. Aslında bir bakıma haklıydı. Hem Rosè'yi su geçirmez bir deride tasarlamıştık, mekanizmasında sorun çıkacağını zannetmiyordum.
"Tamam, haklısın." dedim ve yavaş yavaş yürümeye başladım.
Rosé o an yağmurun tadını çıkarttı ve ev yolu uzadıkça uzasın, asla bitmesin istemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
love, rosè // rosèkook
Fanfictionname: Park Rosè age: 22 eye color: grey favorite color: baby pink created by: Jeon Jungkook warning (!) : this story is very painful