❀1❀ ''Sevdanın celladı acının da olabilir miydi?''

3.6K 142 40
                                    

''Bir insan verilen tek bir ömürden kaç defa vazgeçebilir? Ve kaç kere kendini uçurumun kenarından kurtarabilir ayaklarını geriye doğru atarak? Hangi acı insanı umursamaz ve bitkin yapar? Ve bitkinliğinin ilik ilik işlendiği bir adam nasıl kurtarılabilir? Acı yaşanmadan bilinmez derler, hakiki midir ki bu itham? Peki sevdanın celladı, acının da celladı olamaz mı hiçbir zaman? Tutulmayı bekleyen, kurtarılmayı bekleyen bir el yalnızlığa ne kadar dayanabilir?''

Elimde tutup okuduğum kitabın sayfasına bir damla yaş düştü.

Elimi yanağıma koydum, kuruydu. Yoksa kitabın üzerindeki yaş, okuduğum bu satırların sessiz bir hıçkırığı mıydı? Ve yahut bu kitabın yazarının çaresiz bir haykırışı mıydı? Sahi, yazar olmak için yaşamak mı gerekirdi? Yaşamadan duygular şekillenmez, satırlara nakşolmaz mıydı? Eğer bu satırlara katiplik eden yazar bunları yaşamışsa... Kitabın üzerindeki bu yaşın yazara ait olduğuna inanabilirdim bile, ta ki bu gözyaşının semadan geldiğini fark edinceye dek...

Daha fazla ıslanmasın diye kitabı kapattım ama bir kez daha kapağa bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Kitabın adı, ''Mavi Kelebek Mezarlığı'' yazarı ise ''Adin''. Ne kadar araştırsam da kitabın yazarı ile ilgili adından başka bir şey bulamıyordum. Büyük bir hüzün ve hakikat nidalarıyla yazılan bu kitap, sahibinden uzaktı. Bulamıyordum onu...

Kitabı kolumda asılı duran siyah çantamın içine koydum ve köprüye doğru yürümeye devam ettim. Hafif çiselenen yağmur üzerimi ıslatsa da başörtümün şeklini bozsa da altında yürümeye değerdi.

Galata köprüsüne geldiğimde etrafta yağmurdan kaçmaya çalışıp ileri geri koşuşturan bir sürü insan vardı. Onları gülerek izlerken yağmur şiddetini iyice arttırdı. Tüm kaçışan insanlara rağmen olduğum yerde durdum ve elimi kaldırdım semaya doğru. Yüzümü ıslatan bu yağmur dilimin ucuna Necip Fazıl'ın şiirlerini getiriyordu.

''Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,

Tenimde acısız yatan bir bıçak,

Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,

Dayandıkça çisil çisil yağacak...'' diye mırıldandım içimden.

Ardından elimi indirip ıslak bir şekilde yürümeye devam ettim.

Köprüyü ortalamışken etrafa beyaz sayfalar dağılmaya başladı birden. Yağmura eşlik eden rüzgar etrafa dağılan beyaz sayfaları alıp bir o yana bir bu yana sürüklüyordu. Bu şaşırtıcı sahneyi hayretle izliyordum. Tüm bu beyaz kağıtlar nasıl birden etrafı kaplamıştı? Etrafıma bakındım, çevredeki insanlar da şaşkınlıkla kağıtlara bakıyor hatta bazıları topluyordu dağılan kağıtları. Çok geçmeden de insanların köprünün sağ tarafına doğru doluştuğunu gördüm. Tam o yöne doğru ilerleyecek iken birden ayaklarımın ucuna o beyaz kağıtlardan biri düştü.

Eğildim ve kağıdı elime aldım. Yağmurdan ıslanmış, yere değmesiyle kirlenmiş kağıdın üzerinde yazanları okumaya çalışıyordum. Bu kirli kağıttan okuyabildiğim tek kelime ,''Srebrenitsa'' idi. Okuyabildiğim bu kelime beni oldukça meraklandırmıştı. Çünkü Srebrenitsa benim için çok şey ifade ediyordu. Srebrenitsa benim için yetim demekti, sönmüş baba ocağıydı. Babama olan hasretimdi... Daha küçücükken orada din kardeşlerinin yanında olmak için savaşırken şehit olmuştu babam... Mezarını buraya bile getirememiştik. Orada, gurbette, kan kokan diyar Bosna'da kalmıştı. O yüzden kendimi oradan ırak hissedemiyordum. Sürekli Bosna hakkında kitaplar okumamın sebebi de buydu belki de.

Kağıda bakıp bunları düşünürken toplanan kalabalıktan çığlık sesleri gelmeye başladı. Kağıdı katlayıp ceketimin cebine koyduktan sonra kalabalığa doğru ufak adımlarla koşmaya başladım. Gerçekten burada neler oluyordu?

Kelebeği Yakala(RAFLARDA)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin