Selam! Kitabın ismini tamamen "HER ŞEY BOKTAN" yapmamak için kendimi zor tutuyorum. Bu defa o kadar nefret etmiş ve güçlü hissediyorum ki. Ve şimdi ilk defa bölümde ne yazacağımı bilmiyorum. Dalga filan geçmiyorum. Başlayalım bakalım.
Yıldızımı gökyüzüne uçurmayı ve yorum yapmayı unutmayın! ^^'
Ecem'le konuşmamızın ardından uzun bir sessizliğe gömülmüştüm Burcu Tatlıses eşliğinde. Ecem, benim her kaçtığımda sığındığım yuvamdı ve ben az önce yuvamdan kovulmuştum. Hayatım bundan ibaret. Yuvadan kovulmak... Size birkaç bir şey anlatmak isterim.
Ben yaklaşık 7 - 8 yaşındayım. Bir komşumuz var, her akşam oğlunu okuldan almak icin gidiyor ve küçük kızı üşümesin diye onu da bize bırakıyor. Kız ile isimlerimiz aynı fakat ruhlarımız o kadar da bir o kadar farklı. Kara bir cahil olsam ruh yoksunu filan diye adlandırabilirdim ama ben bu tarz etiketlere alışkın değilim. Zira onun ruhunun uslanmaz olması olmadığı anlamına da gelmez.
Her neyse, o kızda tam 4 yaşında. Kızın kıskançlığından olsa gerekz beni çıldırtmak için elinden geleni yapıyorz bütün oyuncaklarımı elimden alıyorz benim yiyeceğim bütün kuruyemişleri elimden alıp kendisi hepsini bitiriyordu. Hayır, abartmıyorum. Bu anlattıklarım küçük bir kız çocuğu icin bir dram... Bunu anlayabilir misiniz? Buraya kadar yaşadıysanız belki. Buraya kadar dedim çünkü, o zamanlar da simdiki gibi benim kalbime bir daha sarılamayacak yaralar açan o küçük şeytan değildi. Şeytan benim içime sızmıştı. O küçük şeytan her önümden kuruyemiş tabağını çektiğinde annem gelir, ben ona kızar zannederken derdi ki: "Elçin senin zaten dişlerin çürük. Sen yemez o yesin." İşte o zaman çöllere düşerdim sanki. Hadi bunu dedin, ne diye dişlerin çürük diyorsun? Psikolojiden hiç mi anlamazsın sen anne?
Sonra bütün oyuncaklarımı alır, benim özenle baktığım oyuncaklarımı hırpalaya hırpalaya, bana bir tane bike vermeden oynardı. Ben aşırı sinirlenirdim. Ama diyorum ya iste ben bu boklara üzülmezdim. Beni üsen yine içimdeki seytan olurdu. Annem gelir ve derdi ki: "Elçin o oyuncaklarla sen zaten hep oynuyorsun, biraz da o oynasın. Sen sonra oyna." Diyecek o kadar bir şeyim yok ki. Bu satırları yazan kızın gözleri geçmişe kibrit yakmışz kafasını uzatmış bakıyor şimdi o yucada yaşadıklarına. Yine o küçük kız oluvermiş birden. Gözleri sulu, kalbi küçük bir serçenin kanat çırpışları gibi zayıf ve bilinmez. Bu satırları yazan o küçük çocuk... O çok yaralı. Ve asla kapanmayacak. Sonra o küçükken dahası ne oldu, anlatayım mı?
Annesi o küçük kızı banyo yaptırıyordu. Küçük ben küçük bir aptal gibi anneme dedim ki, içim buruk: "Anne, o bizim eve bir daha gelmesin. Ben onu istemiyorum, beni sinirlendiriyor. Bütün oyuncaklarımı da elimden alıyor, onlara zarar veriyor. O çok yaramaz." Çaresiz bunlar çıkmıştı ağzımdan. Annemin elleri saçlarımda şampuanlarken başımı parmakları kuvvetini arttırdı vahşice. Hızlı hızlı, zedeleyerek cevap verdi bana. Burnundan soluyordu:
"Sen karışma, burası senin evin mi? Benim evim. Sen kendi evinde ne yaparsan yap. Burada ben istediğimi yapar, istedigim kişiyi de alırım evime."
Küçük kızın gözleri dolmuştu yine. Sahi ya, burası onun evi miydi sanki? Ben kendimi bu fanusta bir kez olsun, bir kez ya evimde hissettim mi hiç? Hissettirdiler mi? Burası senin evin mi küçük aptal?! Burası onun evi. Onların... Herkesin... Yalnızca senin değil. Buydu. Hayat bundan ibaretti. Yuvadan kovulmak. Şimdi bir de Ece yuvamdan kovmuştu beni. İnsanlar böyleydi. Yuvanı başına yıkar sonra da artlarına bile bakmadan bok olup gider, yarattıkları enkazın altında sizi tek başınıza bırakırlardı.
O gece yaşlar küçük kızın gözlerinden değil, kalbinden süzüldü dünyaya. Her bir gözyaşı çöllere rahmet oldu. Ama kuruyordu, kalbi de buz tutuyordu o ağladıkça. Bir daha çözülemeyecek kadar buz tutuyordu. İşte çocuklara yasatılmamalıydı tüm bunlar, yuvaları ellerinden alınmamalıydı, tüm hayatları boyunca "yuva" kelimesinden nefret etmesinler diye.
Hangi aklı başında insan şeytanın ayağını kırıp, kendine protez yapardı? Kimse yapmamalıydı. Ama annem bunu o gece bana yaptı. Kendine yaptığını sanıyordum, oysa bana yapmış. Haberim yokmuş. Herkesten nefret ettim ben. Annemden, babamdan, saçma arkadaş bozuntularından, kendini bir halt zanneden ögretmenlerden ve diger bütün büyüklerden.
zırıl zırıl sokaklarda aglayan çingene çocuklarından da. Neden? Çünkü beni hiç zırıl zırıl ağlatmadılar. Ağlarken ağzıma vurmadılar ama susturmadılar da. Şimdi kimsenin haberi yokken ağlıyor, büyümeye mahkûm edilmiş küçük kız. Bu sefer kimse karışmıyor ona. Çünkü duymuyorlar. Veya duymazdan geliyorlar.Merak ediyorum dünyanın dört bir yanında ağlayan çocuklar duymasınlar diye yorganlarının altlarında mı ağlıyorlar? Yoksa zaten bas bas bağırabiliyor mu? Umarım bütün çocuklar bas bas bağırabiliyordur acılarını. Hiçbir çocuk bir büyük tarafından sessizliğin kör kuyularına atılmamalı. Çünkü onlar bütün bunları yaşamak için fazla küçükler.
Ne çok anlattım, değil mi? Hah, dahası da var. Anltılmak için anlarını bekliyorlar.
Saat sabaha karşı 04.17. Odamın balkonunda oturuyorum. Başımı kaldırdım gökyüzüne yıldızları selamlamak için. Ama gökyüzünde hiç yıldız yok bu gece. İçim daralıyor, nefesim boğazıma yapışıyor. Neden bilmiyorum, çöllerime düşecek olan bir damla yağmur gibi medet umarak yazmaya başladım Deniz'e.
"Gökyüzünde hiç yıldız yok bu gece."Yanıt, sanki telefonun öbür ucunda benim ona yazmamı bekliyormus gibi hızlı geldi:
"Gökyüzünde hiç yıldız yok bu gece."
"Söyle banaz neredesin bu gece?"Ardı ardına gelen bu iki mesaj gözlerimi iki defa kırpıştırmama sebep olmuştu. Hiç beklemeden yazdım.
"Ben bir yıldız mıyım sence? Eğer öyleysem, emin ol ben gökyüzüne veda edeli çok oldu. 'Işıklarımı söndürdüler,ben de kaydım gökten."
"'Sana söz veriyorum, ışıklarını yakacağım', benim güzel yıldızım."
Dudaklarımda buruk bir tebessüm oluşmuştu. Ve cok şaşırdım, ona en sevdigim yazarın alıntısıyla yazmıştım o da bana aynı şekilde cevap vermisti. Demek ki o yazarı ikimizde okuyorduk. Bu harika bir şey! Ben tüm bunları düşünürken gelen bildirim sesine kaydı gözlerim de.
"Biliyorum, ışıklarını bir daha yakamayacağını düşünüyorsun. Ama sana sözüm olsun, bunu birlikte başaracağız güzelim. Sen yoksan, hiçbir yıldız yok. Varsan da yoklar. Çünkü sen o kadar parlaksın ki diger hepsini gölgede bırakıyorsun. İşte bu yüzden başını kaldırdığında göremiyorsun hiçbir yıldızı."
Mesajını okur okumaz karnımda bir şeylerin harektlendiğini hissettim. Ne diyordu benim yaşımdaki "normal" ergen kızlar? Kelebeklenme? Sanırım. Ama ben o aptallardan değilim. Sadece bir şeyler hareketlendi işte, bir seyler. Ama kesinlikle kelebekler değil.
"Sen gerçek misin? Telefonun diğer ucundan başkalarının yaptığı hala kanayan yaralarını sarmaya uğraşıyorsun. Ve bir şekilde başarabileceğini hissediyorum"
"Başaracağım benim güzel yıldızım. Seni o göğe bir daha hic kaymamak üzere yeniden taşıyacağım."
Olabilir miydi, Deniz yaralarımı öpebilir miydi? O da diğer herkes gibi yaralarımdan tiksinmez miydi? Peki ben onu sevebilir miydim? Yıllar sonra birini sevmeyi, ruhumu bu kadar kapatmışken başarabilir miydim bunu? Bu geceden sonra bir şeyler değişecekti. Hissediyordum. Ve umuyorum ki o degişecek şeyler arasına benim birini tekrar sevebilmem de girebilir. Deniz'i sevmek istiyorum. Yıllar sonra kimseyi sevmediğim kadar sevmek istiyorum onu. Biliyorum, o da onu sevmemi istiyor. Çünkü onu da hiç sevmediler. Bütün bunları o yaramaz gözleri anlatıyor. Son mesajından sonra pek bir şey yazmamıştım. "Umarım, iyi geceler." yazıp telefonu kapatmıştım.Seni çok sevecegim Deniz Aykar. Benim de sana sözüm olsun. Ben seni çok ama çok seveceğim.
*
*
*Tekrar selam! Dün çok güzel bir yazarın bir kitabında şöyle yazdığını okudum: "Bir kitabın yazarını tanımak istiyorsan, genel olarak kitapta yazdıklarına bak. Yazarlar, sadece daha az zehirli olarak kendi hayatlarını kusarlar yazdıklarına." O kadar doğru ki.
Neyse canlar bugünlük bu kadar. Başka bir kasvetli günde görüşmek üzere sjsjakzka!
Instagram: hakaninisikperisii
(2 i var! abzahhAh)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mum ve Ateşinin Hikayesi
Teen FictionYeni yerler aynı hayata devamı vaat etmiyordu ve yeni arkadaşlar alışkanlıkları devamında getirirdi.