WOOYOUNG'tan
Kapıdan geçtiğimizde bizi gayet düzgün bir yer karşılamıştı. Hastane gibi gözüküyordu ancak bomboştu. Lambaların verdiği loş ışık ortama biraz ürkütücü bir hava katmıştı. Boş koridorda yürümeye başladık. Ancak karşı taraftan gelen adım seslerinden dolayı birden durduk. Yavaş yavaş geri adım atmaya başladık. Bir silüet görüyorduk ancak kim olduğunu bilmediğimizden ikimizde geriliyorduk. "Olduğunuz yerde durun!". Duyduğumuz sesle ikimizde hareket etmeyi kestik. Belki bu bir hataydı ama karşı tarafın sesi bizi ürkütmüştü. O yaklaştıkça yüzü dahada belirginleşiyordu. Aramızda 1 metre kaldığında durdu.
Korkunç görünüyordu. Gözleri sanki onu bu dünyadan değilmiş gibi bir his yaratmıştı. İlk önce bana baktı. Daha sonrasında San'a döndü. Onu gördüğünde şaşırmış bir ifade vardı yüzünde.
"San? Bu sen misin?" Ona yönelttiği soruyla ikimizde afallamıştık. Onu tanıyor muydu yani? "Sen de kimsin?" San gayet mantıklı bir soru sormuştu açıkçası. "Ben Seonghwa, hatırlamadın mı? Beraber büyüdük." Kendini Seonghwa olarak tanıtan şahısın kurduğu cümle ikimizinde kafasını karıştırmıştı. Mal gibi Seonghwa'ya bakıyorduk. "Peki o halde gel benimle" deyip eliyle San'ın bileğini tuttu. Ben de hemen Seonghwa'nın kolunu tuttum. "Onu hiçbir yere götürmüyorsun." Ona güvenemezdim. San'a bir şey yapabilirdi. "Dur Wooyoung, gerçekten merak ettim.". "Ona güvenemeyiz San.". "Sizin gibi bende burada sıkıştım. Size zarar verecek değilim. Özellikle de San'a.". "Hadi Woo, ortada bir sorun yok.". "Sen burada bekle dostum, arkadaşını sapasağlam geri getireceğim. Merak etme." deyip diğer eliyle elimi kolundan ayırdı ve uzaklaştılar. Hiçbir şekilde o adama güvenmeyeceğim.
SAN'dan:
Wooyoung'tan uzaklaştıkça koridor daha da karanlık oluyordu. Birkaç adım daha attıktan sonra durduk ve Seonghwa beni bir odaya soktu. Daha sonra ışıkları açtı. Neredeyse karanlık diyebileceğim loş kısımdan sonra gördüğüm ışık, gözlerimi acıtmıştı. Alıştıktan sonra etrafı incelediğimde diş muayene odası gibi bir yer olduğunu gördüm. Ancak etrafımızda bir sürü masa ve masaların üzerinde de sıvılarla dolu kavanozlar vardı. Masalardan birinin çekmecesinden küçük bir kitapçık çıkardı. Bana yaklaşıp kitapçığı açtı. O sırada kitapçığın bir albüm olduğunu gördüm. İlk sayfada da "Seonghwa'nın Ailesi" yazıyordu. Birkaç sayfa çevirdi. Her çevirdiği sayfada ikişer fotoğraf vardı ama her fotoğrafta insanların yüzleri karalıydı. Sonra sayfaların birinde durdu. Eliyle bir fotoğrafı gösterdi. Fotoğrafta iki küçük çocuk vardı. Birbirlerine sımsıkı sarılmış ve gülümsüyorlardı. Sayfaları çevirmeye devam etti. 2-3 sayfa sonra tekrar durdu ve bir fotoğrafı daha gösterdi. O fotoğrafta da yine iki çocuk vardı ama daha büyüktüler. Bu sefer oturmuş yemek yiyorlardı. 2-3 sayfa daha geçtikten sonra yine bir fotoğraf gösterdi. Dahada büyüktüler. Lise çağlarında gibi. Fotoğrafın altında ise "Son Fotoğraf" yazıyordu. Albümü kapatıp bana döndü. "Gözlerin hiç değişmemiş San. Hala aynı güzellikteler. Ah bunlar sadece birkaçı. Başka şeylerde var. Dur sana onları getireyim. Sakın kaçmaya falan çalışma." Bunları söylerken gereksiz bir heyecan ve mutlulukla söylemişti. Odanın içerisinde bulunan başka bir kapı daha vardı. Oradan girdikten sonra bende etrafıma bakmaya başladım. Masaların üzerindeki kavanozlar gerçekten ilgimi çekmişti. İçlerinde ne var diye yaklaştığımda ilk başta yanlış gördüğümü düşündüm. Tekrar tekrar baktım ama hiçbir değişiklik olmadı. Kavanozların içinde gerçek insan gözü vardı. Kavanozlardaki sular bulanık olduğu için uzaktan görememiştim ancak yaklaştığımda net bir şekilde görebiliyordum. Bunlar ciddi ciddi insan gözüydü. Tam o anda Woo'nun haklı olduğunu anladım. Ona güvenemezdik. Her ne kadar fotoğraflar gerçek olsun ya da olmasın. Ona güvenemezdim. Hemen geri dönüp kapıyı açmaya çalıştım ancak kilitliydi. Var gücümle zorluyordum ama açılmıyordu. Birden odanın ışığı söndü. Odadaki diğer kapının gıcırtısını duyunca yavaşça arkamı döndüm. Sadece koltuğun tepesindeki ışık yanıyordu.Oradaydı. Karşımda. "San?". Bana doğru yaklaşmaya başladı. Odanın hemen ortasındaki dişçi koltuğunun - ki onun bir DİŞÇİ koltuğu olmadığını anlamıştım - bir ucunda ben diğer ucunda o duruyordu. Tam ışığın dibinde durduğunda sağ gözünün yerinde olmadığını farkettim. Aşırı korkunç gözüküyordu. "Ben sana kaçmak yok dememiş miydim güzelim?". Tek kelime dahi etmiyordum. Dua etmekle meşguldüm. Koltuğun yanından geçerek bana yaklaşmaya devam etti. Dibimde durduğunda cebinden bir çakmak (Zippo) çıkarıp yaktı ve yüzlerimizin arasında tuttu. Ben arkamdaki kapıya yapışmıştım bile. Kaçacak yerim yoktu. "Aa, bana öyle bakma ama. o Güzel gözlerine korku hiç yakışmıyor San. Benden korkma lütfen.". "Ne istiyorsun benden?". Boşta olan elini arkamdaki kapıya sertçe koydu. Kapı demir olduğu için çok yüksek bir ses çıkmıştı. Tamamen kapıyla onun arasında kalmıştım. Bacağını bacaklarımın arasına koymuştu. "O gözlerinden birine sahip olmak mükemmel olurdu biliyor musun? Onu istiyorum San. Daha sonra benimle burada kalmanı. Önceden olduğu gibi yine birlikte. Wooyoung'u hiç dert etme. Onu kendi ellerimle acısız bir şekilde halledebilirim. Sonsuza kadar baş başa oluruz burada. Nasıl fikir?" Bunları söylerken yüzüme dahada yaklaşıyordu. Gözünü gözlerimden hiç ayırmıyordu. "Hastasın sen Seonghwa. Uzaklaş b-" Sözümü bitirmeme izin vermeden boynuma yöneldi. Dudaklarını sadece değdiriyordu. Hem korkudan hemde hassas birisi olduğumdan hiçbir şey yapamıyordum. Sadece derin nefesler alıp veriyordum. Fısıldayarak "Çok özledim seni." dediğinde titrediğimi hissettim. "S-seonghwa seni h-hatırlamıyorum bile." Kafasını boynumdan çekerek tekrar gözlerime bakmaya başladı. "Hatırlatırım. Her şeyimle hemde. Her yönümle, her parçamla, her sözümle... Yeterki sen iste.". "Olmaz Seonghwa, beni korkutuyorsun.". Yüz ifadesinin birden değiştiğini çok açık bir şekilde görmüştüm. Son söylediğim hiç hoşuna gitmemişti. "Sana benden korkmamanı söylemiştim Choi San." Birden elindeki çakmağı söndürüp benim omuzlarımdan tuttu. Daha ne olduğunu anlayamadan arkasındaki koltuğa beni yatırdı. Benden kat kat daha güçlüydü. Kaçmak için çabalarken kollarımdan ve bacaklarımdan otomatik olarak koltuk beni bağladı. Seonghwa bana bakıp gülmeye başladı. Deli gibi kahkaha atıyordu. Birden az önce önünden çekildiğim kapıdan yumruk sesleri gelmeye başlamıştı. "San! İçerde misin?! Neler oluyor orada?!". "Wooyoung yardım et!". "Kimse kimseye yardım etmeyecek!" Seonghwa koltuğun yanındaki küçük metal tabakadan bir iğne aldığını gördüm. İğneyi aldıktan sonra tam olarak kasıklarımın üstüne oturdu. Bu sırada da kapıdaki sesler kesilmişti. Wooyoung gitmişti. "Ahh, uzun zamandır bu anı bekliyordum." Bunu söylerken de bana sürtünüyordu. Hassastım evet ama şuan korkudan alt tarafımı düşünecek halim yoktu. Sürtünmeyi kesip "Mükemmel hissettiriyorsun. Gözlerinden birine sahip olmakta mükemmel hissettirecek. Bu iğne canını acıtabilir. Bu yüzden inlemeni hiç saklamana gerek kalmayacak. Ama merak etme sonrasında hiçbir şey hissetmeyeceksin." demesiyle çırpınmaya başladım. Onu üstümden atmaya, bir şekilde kurtulmaya çalışıyordum ama çırpınmam onun işine geliyordu. Çünkü istemeden ona sürtünmüş oluyordum. Kafasını geriye doğru attı."Ah devam et..". "İn üstümden seni psikopat!". "İneceğim, ama önce şu işimi halletmem lazım. Sonrasında zaten sen benim kucağımdan inmeyeceksin bebeğim." Üstüme iyice eğilip iğneyi gözüme hizaladı. "Hazır ol." İğneyi tam batıracağı sırada içeriden bir ses geldi. Seonghwa bıkmış bir havayla doğrulup "Yeter artık." dedi. Üstümden kalkıp diğer odaya doğru yöneldi. İçeri girdikten sonra bir ses daha geldi. Ardından içeri doğru dalan bir Wooyoung. "Wooyoung!". "San! Üzgünüm dostum biraz geç kaldım." Kolumdaki bacağımdaki kelepçeleri açmaya çalıştı ancak başaramadı. Koltuğun etrafını incelerken sanırım bulduğu bir düğmeye bastıktan sonra özgür kalmıştım. Koltuktan inip aklıma henüz gelmiş olan soruyu yönelttim. "Seonghwa nerede?". "Buradayım!" duyduğumuz sinirli sesle diğer odanın kapısına döndük. Kafasından kan akıyordu. "Onun gözüne ne oldu lan!". "İnan bana hiçbir fikrim yok dostum.". "Neredeyse olacaktı. Benim olacaktı. Ama sen Jung Wooyoung, her şeyi mahvettin! San için seni acısız bir şekilde öldürecektim ancak şimdi canını çok yakacağım!" Metal tabakadan bir neşter alıp Wooyoung'un üstüne koşmaya başladı. Woo'nun önüne geçtim. Seonghwa'nın o neşteri bana saplamasını bekliyordum ancak farkedip kendini durdurabildi. "Ona zarar veremezsin!". "O senin için hiçkimse San! Ben senin her şeyinim. Ben senin sevgilinim! O ise bu dünyada gereksiz bir detay! Sen benimsin! Onun değil! Şimdi çekil önümden işimi bitireyim!". Söyledikleriyle beraber gözlerinden yaşlar süzülüyordu. "Ne sevgilisinden bahsediyorsun sen! Seni hatırlamıyorum bile!". "Bu değersizi kaç yıldır sana ait olan kişiye mi seçiyorsun?". "Hastasın sen Seonghwa!". "Değilim! Ben hastaysam sana hastayım! Seninde öyle olman gerekirdi! Öyleydin! Öylesin!". Birden üstüme koşmaya başladı ve beni duvara itti. Ancak o sırada Wooyoung'un arkamdan çoktan çekildiğini farkettim. Kolunu kaldırıp neşteri tam indireceği sırada o şekilde kaldı. Gözlerime bakıyordu. "Seni seviyorum" dedi ve yere yığıldı. Boynundan kanlar fışkırıyordu. Korkmuş gözlerimi ondan kaldırıp karşıma baktım. Wooyoung elindeki kanlı neşterle Seonghwa'ya bakıyordu. Onun yanına gidip neşteri elinden aldım ve bir yere fırlattım. "Wooyoung bana bak." ."B-birini öldürdüm. K-katilim ben." . "Sen doğru olanı yaptın Wooyoung. Yoksa o bizi öldürecekti. Şimdi bana bak.". Wooyoung bana döndükten sonra ona sarıldım. "Teşekkür ederim.". "Ç-çıkalım buradan.". "Tamam çıkalım. Ama nereden?". "Gel benimle."
Wooyoung'u takip etmeye başladım. Odadaki diğer kapıdan geçtik. Oda dolaplarla doluydu. Yerde cam kırıkları ve biraz kan vardı. Seonghwa'nın kafasındaki kanın sebebi belli olmuştu. Wooyoung bir masanın altına eğilip ilerlemeye başladı. Arkasından bende eğildiğimde orada bir havalandırma olduğunu gördüm. Oradan girmişti içeri. Havalandırmadan geri çıktığımızda önceki koridora çıkmıştık. Ayağa kalkıp kendimizi düzelttikten sonra Wooyoung bana bir soru sordu. "Ne yaptı sana içeride?". "Aslında gözümü çıkarmaya çalışıyordu.". "Ne?! Ne demek gözümü çıkarmaya çalışıyordu?". "Ve birazda taciz etti.". "Pardon?". "Basbaya. Üstüme çıkıp sürtünmeye başladı Wooyoung! Ahh tanrım berbattı. Beni etkileyemedi bile..." Wooyoung bana 'dalga mı geçiyorsun' der gibi bakıyordu. "Ciddiyim. Taciz etti beni.". Birden gülmeye başlayınca ne olduğunu anlamamıştım. "Korkudan içeri kaçtı demiyor da etkileyemedi beni diyor. Yardım et Wooyoung diye bağıran da bendim zaten. Hahaha!". "Tamam korkmuşta olabilirim ama sana şuan burada onun içeri kaçmadığını kanıtlayabilirim Wooyoung." Ciddi bir şekilde söylediğim şeyden dolayı Wooyoung gülmeyi bırakıp bana bakmış, ve koridorda yürümeye başlamıştı. "Hey nereye?". "Senden uzağa bay sapık!". Arkasından koşarak "Sapık olan ben değildim Seonghwa'idi!" dedim. Yanına ulaştığımda konuşmaya devam etti. "Ya, tabi.". "Kızardın mı sen?". Yürüdüğümüz kısım gittikçe aydınlanırken Woo'nun yüzünü daha rahat görmeye başlamıştım. "Kandır o kan". "Woo, yanağının bir kısmında kan olabilir ama iki adet yanağa sahipsin.". Hiçbir şey demeden yürümeye devam etmişti. Ben ise sanki daha az önce ölümden dönmemiş gibi Woo'yu kızartmanın sevinciyle gülümsüyordum. Bir süre sonra bir kapı önünde durduk. "Sen içeride Seonghwa ile yiyişirken ben biraz etrafı turladım. Sonra çıkış kapısını buldum.". "O benimle yiyişti ben onunla değil.". "Aynen, ondan." deyip kapıyı açtı. "Ben ilk denediğimde kapı kilitliydi. Galiba gerçekten onu öldürmemiz gerekiyordu.". "Galiba..". Adım atıp içeri girdik. Kapı arkamızdan kapandı. Ve yine o sesi duyduk. Rutinimizi tamamlamıştık.
XxX: Dördüncü bölüm tamamlandı. Beşinci bölümdesiniz.
-------------------------------------------------
Gününüz Woosan kadar güzel geçsin!!! ❤❤❤
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ESCAPE | WOOSAN - Ölümle Burun Buruna
Fanfiction"Ben Choi San, umarım bu cehennemden kurtulabiliriz." Bende boşta olan elimi uzatıp onun elini tuttum. "Ben de Jung Wooyoung, ve kurtulmak zorundayız."