“Tamam, söyle ne istiyorsun?”
“Önce yapacağına söz vermelisin”
“Söz! Her ne istiyorsan o olacak”
“Peki, ama şimdi değil zamanı geldiğinde söyleyeceğim ve verdiğin sözü de hatırlatacağım asla geri dönemezsin”
Gülümseyip kafasını salladığında rahatlayarak “O zaman şimdi gidebilirsin” dedim.
“Ne?”
“Git”
Kaşlarını çatıp “Nasıl gideyim?” dediğinde göz devirdim.
“Zaten gidiyordun ya Azer. Burada kalacağım demedim mi? Git artık”
“Haa doğru. Gidiyorum o zaman”
Kafamı sallayıp gitmesini bekledim. Tamamen gözden kaybolduğunda eve girip atladığım her şeyi dikkatle incelemeye başladım. Burayı kendi evim gibi görebileceğimi düşünmüyordum ama her şeyden uzaklaşıp saklanabileceğim bir yer olduğunu bilmek güzeldi.
Hava karardıkça daha serin olduğu için dış kapıyı kapattım. Verandaya bakan sandalyeye oturup dışarıyı izlemeye başladıktan bir süre sonra kapının önündeki hareketlenmeyi görünce ayaklanıp kapıyı açtım. Önceden bahçede de birkaç sefer gördüğümü hatırladığım adam bana yaklaşıp Azer’in gönderdiğini söyleyerek elindeki poşetleri uzattı. Bir sıkıntı olursa evin yakınlarında olduklarını söylediğinde teşekkür edip tekrar içeri geçtim.
Masanın üstüne bıraktığım poşetlerden birinin içinde yemek vardı. Kuzinenin üstündeki çaydanlığı kenara alıp küçük tenceredeki çorbayı koydum. Diğer poşetteyse apar topar çıktığımız için yanıma almadığımı bile fark etmediğim telefonum vardı. Ve yeni bir Yılmaz Güney kitabı: Selimiye Mektupları…
Yemek yedikten sonra telefonumu alıp yukarı çıktım. Pencereyi açıp kocaman yatağa uzanarak kollarımı iki yana açtım. Gözlerimi kapatıp yatakta daha fazla yayıldığımda çok geçmeden bildirim sesiyle tekrar gözlerimi açtım. Azer’den mesaj gelmişti.
•İyi geceler
•Telefonum açık bir sorun olursa ararsın“Tamam iyi geceler” yazdıktan sonra tekrar gözlerimi kapattım. Açık pencereden rüzgârın uğultusu geliyordu ve beraberinde götürdüğü yaprakların hışırtısı… Burada benden başka kimsenin olmadığını bilmek güzeldi. Biriyle karşılaşmamak için temkinli davranmak, bir şey söylemeden önce defalarca düşünmek zorunda kalmak fazlasıyla yoruyordu.
Daha düne kadar kafamın içindeki karmaşıklık hiç dinmeyecek gibi gelirken şu an uzun zamandır hasret kaldığım o rahatlık hissine kavuşmuştum. Çok uzun zaman sonra ilk defa nefes alıyorum sanki. İlk defa bu kadar hafiflemiş hissediyordum. En son küçükken babamla birlikte yattığım zamanlarda bu kadar huzurlu olurdum. Kısa süreceğini bilsem de kendimi bir yere ait hissetmeyi çok özlemiştim.
Babam aklıma geldiğinde gözlerimi açtım. Geldiğimden beri hiç konuşmamıştık. Babaannem her gün beni sorduğunu söylüyordu ama beni bir kere bile aramamıştı. Akın’la konuştuktan sonra defalarca aramak hatta yanına gitmek istesem de cesaret edememiştim. Onu son gördüğüm zamanın üzerinden geçen sürenin çok uzun olduğunu hatırlayınca boğazımda kocaman bir yumru hissettim. Az önceki huzurlu halimden eser bile kalmamıştı. Yatakta doğrulup telefonu elime aldığımda hiç düşünmeden aradım. Çok geçmeden telefon açıldığında aşina olduğum sesi duyunca kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
“Karaca ağlıyor musun sen? Bir şey mi oldu? Karaca? Bekle oraya geliyorum!”
Endişeli sesini duyduğumda hıçkırarak “Hayır” dedim. “Hayır, iyiyim. Bir şey olmadı sadece seni özledim. Aramak istedim ama sen hiç aramayınca” daha fazla konuşamadan tekrar ağlamaya başladım. Babamı özlemiştim. Onunla geçirdiğim kısacık zamanları bile özlemiştim. Çocuk gibi ayaklarımı yere vura vura babamı istiyorum diye bağırmak istiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZEMHERİ
Fanfiction"Yaralarınla duruyorsun, göz önündesin, saklanmıyorsun... Biri elini uzatsa tutacak ama uzatmamış." "Sen de çok yara almışsın ilk gördüğümde böyle değildin. Üstün başın yara içinde olsa da kalbin apaçık ortadaydı. Şimdi yüzündeki yaraları kapatırken...