Kısım Bir | Bölüm On

112 8 1
                                    

Koyun kaburgayı, her dilimi servis tabaklarından daha büyük lorlu börek, onu da buzağı büyüklüğünde bir hindi dolması izledi. Hemen tüm dünya nimetleri tıkılmıştı bu hindinin içine: Yumurta, pirinç, ciğer ve her biri mideye oturacak daha neler neler. Yemek de böylece bitti; ama masadan kalktıklarında Çiçikov kendini bir pud kadar ağırlaşmış hissetti. Salona geçtiler, baktılar, küçük bir tabağa reçel konmuş: Armut, erik gibi meyvelere benzemeyen bir meyvenin reçeli, ama ev sahibi de, konuk da dokunmadılar bile reçele. Ev sahibesi, reçeli bölüştürmek için fincan tabakları getirmeye gitti; Sobakeviç ise, böylesine doyurucu yemekten sonra bir koltuğa yayılmış ahlaya oflaya haç çıkarıyor, ikide bir eliyle ağzını kapatıyordu. Ev sahibesinin salondan çıkmasını fırsat bilen Çiçikov:

— Sizinle konuşmak istediğim küçük bir mesele var, –dedi Sobakeviç'e.

O sırada elinde bir reçel tabağıyla ev sahibesi girdi içeri:

— İşte size bir reçel daha! Balda kaynamış turp reçeli!

— Sonra bakalım onun da tadına, –dedi Sobakeviç.– Sen odana çekil, biz de Pavel İvanoviç'le fraklarımızı çıkarıp şöyle biraz dinlenelim.

Ev sahibesi kuştüyü minderler, yastıklar getirtecek oldu, ama Sobakeviç: "Gerek yok, koltuklarda dinleniriz," dedi.

Yalnız kaldıklarında Sobakeviç başını hafif yana eğip Çiçikov'un sözünü ettiği küçük işi dinlemeye hazırlandı.

Çiçikov çok uzaklardan, dolaylı yollardan başladı. Rusya'nın büyük bir devlet olduğundan övgülü bir dille söz etti, Roma İmparatorluğu'nun bile bu kadar büyük olmadığını, yabancıların da haklı olarak bu işe şaştıklarını anlattı. Sobakeviç, başı hep öyle yana eğik, dinliyordu. Ve işte şanı şerefi pek büyük olan bu ülkenin mevcut yasalarına göre, bir önceki sayımdan sonra yaşamdan el çekmiş canların bir sonraki sayıma kadar yaşıyor görünmesi, ilgili kurumlar açısından son derece gereksiz, yararsız ayrıntılarla dolu birtakım işlere yol açıyor, böylece de zaten çok karmaşık olan devlet aygıtını daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Sobakeviç, başı hep öyle yana eğik, dinliyordu. Burada her şey elbette yasalar çerçevesinde olup bitiyordu, yasa dışı bir durum yoktu, ama yaşamdan el çekmiş canlar için yaşayan canlar kadar vergi ödemenin pek çok toprak sahibine ağır geldiği de bir gerçekti. İşte kendisi de Sobakeviç'e duyduğu kişisel saygıdan dolayı, bu yükün, bu gerçekten ağır yükün hiç değilse bir kısmını üstlenmek istiyordu. Konunun can alıcı noktasında Çiçikov çok dikkatliydi: Canlar için ölü dememeye büyük özen göstermiş, bunun yerine artık var olmayan demişti.

Sobakeviç, hep öyle başı yana eğik, dinliyordu. Ne düşündüğü belli değildi; hiçbir duygu okunmuyordu yüzünde. Sanki can yoktu bu bedende ya da vardı da, olması gereken yerde değil, Rus masal kahramanı "Ölümsüz Koşçey"inki gibi yedi dağın dibine çekilmişti, üstelik de öyle kalın örtülerin altındaydı ki orada isterse yer yerinden oynasın, yüzeyden bir şey anlayabilmek mümkün değildi.

— Evet, ne diyorsunuz? –dedi Çiçikov, heyecandan içi içine sığmayarak.

— Ölü can mı lazım size? –diye sordu Sobakeviç, ekmekten söz eder gibi, öyle sakin, öyle sade, öyle soğukkanlı.

— Evet, –dedi Çiçikov ve sözü yine yumuşattı:– artık var olmayanlar.

— Var bende de tabii, olmaz mı... –dedi Sobakeviç.

— Varsa... o zaman onlardan kurtulmayı da istersiniz?..

Alıcının bu işte bir çıkarı olduğunu sezen Sobakeviç, başını hafifçe doğrultarak:

Ölü CanlarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin