Evin içerisine girdiğim anda yoğun bir ahşap kokusu karşıladı beni. On beş yıldır hiç havalandırılmadığı belliydi. Bahçenin girişindeki bavulumu alıp içeri girdim. Elektrik ve suyu bağlatmam lazımdı. Market alışverişi vardı bir de tabii. Merkeze inmem gerekiyordu. Ama önce evi gezmek istiyordum.Kapıdan ilk girildiğinde salon ve mutfak karşılıyordu beni. Eşyaların üzeri örtülü olduğu için temizlik açısından pek sıkıntı çıkmayacaktı. L koltuğun karşısında o zamanın son model televizyonlarından biri duruyordu. Her adımımda ses çıkaran merdivenlerden yukarı çıktım. Karşımda üç kapı vardı. Soldaki yatak odasına, ortadaki misafir odasına ve sağdaki de benim odama açılıyordu. Diğerlerini es geçip kendi odama doğru adımladım.
Odaya girdiğimde ciğerlerime dolan o tanıdıklık hissini tarif etmek zordu. Beyaz ve açık ahşap renginden oluşan mobilyalarda gözlerimi gezdirdim. Bir şeyi bıraktığın gibi bulabilmek ne tuhaftı biz her saniyede yeni bir biz olurken. Üzerimdeki kıyafetlerin kirliliğine aldırmadan yatağa oturdum. Yatağa aynı zamanda koltuk imajı veren su yeşili yumuşak kenarlığın üzerinde elimi gezdirdim. Bundan yirmi yıl önce de yapardım bunu. O zamanlar bu his için yollar aşacağımı bilmeden.
Bu kadar hasret gidermek yeterliydi. Bir an önce yerleşmem ve asıl amacıma dönmem gerekiyordu. Ama her şeyden önce yemek yemeliydim. Açlıktan ölmek üzereydim. Hayatımdaki en büyük zafer olan anahtarla kapıyı kilitleyip biraz yürüdükten sonra arabaya bindim. Zaten fazla bir şey alamayacağım için market alışverişi çok kısa sürerken yol üzerinden de ekmek arası alıp eve dönmem on beş dakikamı bile almamıştı. Yemek yiyip tüm eşyalarımı yerleştirmem ise bir saatten daha az sürmüştü.
Evet, artık hazırdım. Yine mesaili iş haline getirmek istemiyordum ama bekleyerek de bir sonuç elde edemezdim. Hatam belki de bir sonuç elde etme amacımdı en başında. Bilgisayarımı yemek masasının üzerine yerleştirdim. Müsvedde için kullandığım kağıtları ve kalemimi de yanıma alıp sandalyeye kuruldum. Meşhur boş beyaz sayfayı açtığımda aydınlanmayı bekliyordum buraya gelirken. Fakat her zamanki gibi şans benden yana değildi. Kağıda birkaç cümle karaladım. Sonra da üstlerini karaladım. Büyük ihtimalle hiçbir zaman dahil olamayacağım yazarlar sınıfındaki tüm o insanlar nasıl yazıyordu bu ilk cümleyi? Koskoca bir hayatı, bir dünyayı başlatmak bu kadar kolay ve yapılabilir bir şey miydi? Yapamadığım için şimdi buradaydım ya zaten.
Bir saat geçti. Sonra iki. Sonra üç. Arkama yaslanıp boynumu gevşettim. Dışarı çıksam iyi olacak. Çünkü evdeki her şeyde kusur bulmaya başlamıştım ikinci saatten itibaren. Ahşap kokusu, evin karanlık mobilyası, rahatsız sandalye ve daha pek çok şey. Endişeye kapılıyordum. Ya sorun ev değil de bensem. O zaman ne yapacağım? Keşke kendimi zorlamak zorunda olmasam. Keşke herkes gibi olmayınca bırakabilsem. Çabuk pes ederim diğer her şeyde ama bu konuda öyle bir lüksüm yok. Zorundayım. Nasıl bir his olduğunu anlayamazsınız, ben de anlatamam dağarcığımdaki sözcüklerle. Sadece zorundayım.
Ormana girmek istemiyordum. Hava kararmaya başlamıştı. Başka bir seçenek olmadığından parka doğru yürümeye başladım. Evlerin hepsi müstakil ve birbiriyle uyum içerisindeydi. İçinde yaşayanlarının gelirli insanlar oldukları belliydi. Her zamanki acelesiz adımlarımla parka ulaştığımda gördüğüm ilk banka oturdum. Hiç çocuk yoktu. Terk edilmiş gibiydi tüm bu yer. Gördüğüm tek kişi ağacımı çalan o mutsuz çocuktu. Ve bana hiç farkında olmadan umudu bağışlayan.
Temiz havayı içime çekerken romanda planladığım şeyleri düşünmeye başladım. Baş karakter tek bir kişi olacaktı. Her şey onun etrafında şekillenecekti ama aslında hiçbir olay olmayacaktı. "Yeraltından Notlar" tarzında. İnsanların sıkıcı bulacağını biliyordum. Diğer kitaplarımda da olduğu gibi. Ama çizgimi bozmayacak, okuyucunun beğenisi üzerine yazmayacaktım. Eğer öyle yaparsam yazar olmam çünkü. İstenileni yaptıktan sonra karşılığı olarak komodinin üzerindeki parayı almaktan farkı kalmaz yaptığımın.
Karakteri de düşünmüştüm. Adı hala belirsizdi ama görünüşü ve kişiliğini aşağı yukarı tasarlamıştım. Neden kendi olmayan birini anlatmak ister ki insan? Yoksa başka birinin arkasına sığınıp kendini mi anlatır aslında? Böyle sonu gelmeyecek şeyler düşünmeye başlamasam iki saniyede bir, belki de bu kadar çabalamak zorunda kalmazdım.
Ormandaki çocuğun karşımdaki çardağa oturmasıyla olduğum yerde doğruldum. Elinde yine resim malzemeleri vardı. Ama bu sefer yüzüne kederli bir ifade hakim değildi. Aslında ne hissettiği hiç de belli olmuyordu yüzünden. Resim kağıdını ve kalemlerini çıkarıp masanın üzerine yerleştirdi. Hiç beklemeden kağıdın üzerine çizikler atmaya başladığında kendimi düşündüm. Ben yıllardır beklerken bir cümleyi yazmayı, o sanki bunun için yaratılmışçasına izler bırakıyordu beyazın üzerinde. Kıskanmıştım doğrusu.
Aslında görünüş olarak ne kadar çok benziyordu yarattığım karaktere. Kahverengi saçlarının, buğday teninin tonu bile. Saçlarının özensiz dalgasına, kaşlarının yüzüne sertlik katan keskinliği ve burnunun üzerindeki minik kemere kadar. Gerçek bir insandı. Benim tam aksime görünüşüyle bile gerçekti. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Yüzündeki sakal izlerine varıncaya kadar nasıl aynı olabilirdi? Eğer benden karakterimi çizmemi isteseler onu çizerdim. Beni buraya getiren şey de bu olabilir miydi?
Uzun bir süre bakışlarımı üzerinden ayırmamama rağmen bir kere bile gözlerini önündeki kağıttan ayırmamıştı. Bu nasıl bir tutkuydu böyle? Onu daha iyi tanımam gerekiyordu. Bu sayede daha kolay olabilirdi yazmak. Ondan esinlenebilirdim. Ama nasıl yapacaktım bunu? Hem de ona bunun için yaklaştığımı belli etmeden. Bütün sosyal becerilerimi kaybetmiş olabilirdim. Fakat böyle uzaktan bakarak da karakterini çözemezdim. Nasıl kısa bir süre içerisinde onu yakından tanıyabileceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim ona ihtiyacımın olduğuydu.
Hiç etrafıyla ilgilenmemesini fırsat bilerek açıkça gözlemliyordum her hareketini. Kaşları çatılıp ciddi bir ifadeye bürünüyordu yüzü kimi zaman. Kimi zaman gözlerini normalden sık kırpıyordu. Soğukta kuruyan dudaklarını belirli aralıklarla ıslatıyor, yüzüne dökülen saçlarını sol eliyle arkaya yatırıyordu. Masanın üzerinde ince parmakları olmayan bir şarkının ritmini tutuyordu. Bazı insanlar vardır, onları izlerken bir an bile sıkılmazsınız. Doğallıktan kaynaklanır bu. Onları izlerken en çıplak haliyle insanı keşfedersiniz. Bu çocuk da onlardan biriydi. Ama bana sadece izlemek yetmezdi.
Tam nasıl tanışacağımı düşünürken bakışları beni buldu. Bu, yüzünü ilk kağıttan kaldırışıydı. Yakalanmanın verdiği psikolojiyle hemen gözlerimi kaçırdım. Oysa gülümseyip selam versem her şey daha kolay olabilirdi. Tekrar önüne döndüğünde benim de bakışlarım tekrar onu bulmuştu. Kendimi sapık gibi hissediyordum.
Acaba ne çiziyordu? Bu, karakteri hakkındaki en büyük ipucuydu ama maalesef oturduğum yerden gözükmüyordu. Mimiklerine bakarak bu kadar tutkuyla ne çiziyor olabileceğini kestirmeye çalışırken bakışlarını tekrar bana yöneltti. Bu sefer gözlerimi kaçırmadım. Ama o bir iki saniye neden onu izlediğimi çözmek istercesine yüzüme bakıp tekrar önünde döndü. Eğer eşyalarını toplamaya başlamasaydı umurunda olmadığımı düşünürdüm. Sebebi gökyüzünün iyice kararması da olabilirdi tabii.
Genişçe esneyip oturmaktan kasılmış vücudunu esnetirken sanki kimse onu izlemiyormuş gibiydi. Ya farkında değildi ya da birinin bakışlarının altında bile son derece doğal olabilecek kadar yok sayıyordu herkesi. İkinci seçenek daha çok ilgimi çekmişti. Görünenin ardında kalan biri olmasını dilerdim. Herkes gibi olmamasını. Tanıdıkça derinine inilen, inildikçe daha da derinleşen biri olmasını. İşte o zaman bir romanda hayat bulmayı gerçekten hak ederdi.
Çardaktan kalktıktan sonra hiç de küçük olmayan bu parkın içerisinde hemen yanımdan geçmeyi tercih etti. Onu izleyen bu yabancıyı yakından görmek istemişti anlaşılan. Ben de bu sayede gözlerini yakından görme fırsatı bulmuştum. Sokak lambalarının aydınlığında parlayan tuhaf bir renkti gözleri. Sarı gibi. Kehribar dedikleri bu olsa gerekti.
Anlık bir göz temasının ardından geçip gitti. Bense bir süre daha orada kaldım. Bu kez düşüncelerimi durdurmadan. Cebimden her zaman yanımda taşıdığım buruşmuş kağıdı ve küçük kurşun kalemi çıkardım. Kağıdın üzerine büyük harflerle artık emin olduğum karakterimin adını yazdım. Özgür. Gerçek olan, gerçekten var olan. Özgür Varol.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gölgesinde Bakışlar//Gay
Novela JuvenilHiç bulunmayan sayfalar, hiç okunmayan cümleler ve hiç duyulmamış olması dilenen sözcükler... Hayatımıza ansızın girip, öylece çıkıp giden insanlar... Yoruldum. En çok da kendimi ararken kayboldum. Acıklı bi romanın son sayfası, posta kutusunda kala...