Bir hafta geçmişti. Beni hayal kırıklığına uğratmasının üzerinden tam bir hafta. Ona içten içe öfkelenmem saçmaydı, biliyorum. Ama onun farklı olacağını düşünmüştüm. Diğerlerinden farklı bir gözle bakacağını. Böyle düşündüğüm için kendime kızmalıydım belki de ya da büyütmemeliydim böyle önemsiz bir şeyi kendi içimde. Alt tarafı bir isim. İsminin asla konumuna ulaşamayacağın bir yazara benzemesi ve sana onun ismi her söylendiğinde bu durumun yüzüne vurulması önemsiz olmalıydı. Ama değildi işte. Ben asla onun gibi başarılı olamayacağım. Asla romanlarım herkes tarafından bilinmeyecek. Asla o son cümleyi yazıp "tamam" dediğimde kendimi tatmin olmuş hissedemeyeceğim. Bu yüzden sıradan bir isim benzerliği değil benim için. Benim için bu, suratıma çarpan gerçekler.Düşüncelerden kurtulmak için başımı iki yana salladım. İşe yarıyor muydu bilmiyorum ama onları her susturmak istediğimde bunu yapardım. Dolabın kapağını açtım. Akşam sergiye gidecektim ve giyebileceğim doğru düzgün hiçbir şey yoktu. Tüm kıyafetlerim o kadar salaştı ki şıklığın yakınından bile geçmiyordu. Dolaptakilere yüzümü buruşturarak bakarken gözüme beyaz bir gömlek çarptı. Sanırım bununla iyi görünebilirdim. Gömleği üzerime geçirip kollarını kıvırdıktan sonra altıma da siyah bir pantolon giydim. Zaten çoktan geç kaldığım için saçlarımı ellerimle öylesine düzelterek evden çıktım.
Geç kalmamı gerektirecek hiçbir şey yokken nasıl bunu başardım, kendime hayret ediyordum. Aslında geç kalmam iyi bir şeydi çünkü daha önce de bahsettiğim gibi insanları birine yaklaştıran şeylerden biri de buydu. O kişinin gözünde o kadar da değerli olmadığınızı görmek. Bir nevi hırs doğuruyordu insanda ve o kişi size biraz bile ilgi gösterse sonrasında dünyalar sizin olmuş gibi hissediyordunuz. Dozunda dengesizlik her zaman işe yarardı. Fakat ben bu kez bilerek yapmamıştım bunu. Hatta rahatsız bile olmuştum gelmeyeceğimi düşünüp moralinin bozulması fikrinden.
Mekana varmam çok kısa sürmüştü. Arabadan inip girişe geldiğimde görevliye ismimi söyledim. Yüzüme baktı. O da Oğuz Atay derse sinir krizi geçirecektim şurada. Neyse ki öyle bir şey olmadı ama yine de gözleri yüzümde normalden biraz fazla dolaşmıştı. Buradaki kimseye benzemediğim içindi büyük ihtimalle. Daha doğrusu canlı kimseye benzemediğim için. Ruhum çekilmiş gibi gözüktüğüme emindim. Listeye bakıp adımı bulduğunda içeri girebileceğimi söyledi bakışlarının aksine kibar bir dille. Kendimi bir anlığına özel hissettim açıkçası ama sonra böyle hissettiğim için utandım kendimden. Ne kadar aptalız. Kendimizi diğerlerinden üstün kıldığımızı sanacak ve bununla gurur duyacak kadar aptalız.
İçeri girdiğimde gözlerim direkt Feza'yı aramaya başladı. Bulamayınca resimlerle ilgilenmeye karar verdim bana her ne kadar anlamsız gelseler de. Platon'a katılıyordum. Madde zaten sahteydi. İdeanın bir kopyası. Resim ise, gerçi o bunu genel olarak sanat için söylüyordu, maddeyi kopya etmemizdi. Yani sahtenin de sahtesi. Evet, güzellerdi ama sadece bu kadardı, daha fazlası değil.
Adını hiç duymadığım insanların eserlerinin önünden sadece göz ucuyla bakıp geçerken Feza'nın adını bulmaktı amacım. Elimdeki kokteylle sanki böyle yerlere çok hakimmişçesine ağır ağır attım adımlarımı. Feza'nın tablosunu görene kadar. Feza Karen. Biraz geriye gidip her bir santimetresinde dolaştırdım bakışlarımı. Eski bir oda. Odanın içinde yıpranmış bir koltuk. Koltuğun üzerinde yaşlı bir kadın. Kadının yüzündeki acı. Rahatsız ediciydi. Hem de her bir detayıyla.
Daha fazla bakmadan biraz daha ilerlediğimde bir tablosunu daha gördüm. Bu sefer bir göl vardı arka planda. Bir genç ayaklarını göle sarkıtmış, yüzündeki huzurlu ifadeyle yerde oturuyordu. Uzaktan sadece böyle gözükse de yaklaşınca biraz değişiyordu durum. Bir avucu sıkılıydı. Avucunun içindeki cam parçaları parlıyordu. Elinden sızan kan, ince bir çizgi halinde göle damlıyordu. Gördüklerimle geriye doğru attım adımlarımı. O kadar gerçekti ki.
Diğer tabloların yanında hiç dikkat çekmiyordu aslında onunkiler. Diğerlerinin parlak renklerinin, öylesine sıçratılmış boyalarının yanında. Geri planda kalıyordu ama yanına yaklaştığınızda o gerçeklik insanı koparıyordu diğerlerinin dikkat çekici atmosferinden. Ama yine de bir şey eksikti sanki. Ne olduğunu bilmiyordum fakat tamamlanmamış bir şeyler var gibiydi. Evet, çok başarılıydı. Bunu benim gibi bu işten hiç anlamayan biri bile fark edebilirdi. Ama onu resim yaparken gördüğüm tutku yoktu bu tablolarda. Belki de ben yanlış tanımlamıştım Feza'yı her zamanki gibi.
Feza Karen ismini bir kez daha gördüğümde durdum. Bir duvar vardı. Eskimiş, boyası soyulmuş, kirli beyaz renginde bir duvar. Biraz daha yaklaştığımda üzerindeki çatlakları ve sigara izlerini görebiliyordum. O kadar gerçek gibiydi ki rutubet kokusunu duyabiliyordum. İki duvarın birleştiği yerde ahşap bir masa duruyordu. Koyu renk masanın birbirine en uzak uçlarında iki kadeh şarap. Birindeki diğerinden daha az. Ortada birkaç gümüş renkli tabak. Altı adet sandalye vardı masanın çevresinde. Diğer dördü normal bir şekilde dururken en uçlardaki ikisi masadan uzaktı. Sanki üzerilerinde biri oturuyormuş gibi. Ama kimse yoktu ve bu yokluk boğazımı sıkarcasına nefessiz bıraktı beni. Arkama döndüm. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum. Tıpkı kalbimin neden bu kadar hızlı attığını bilmediğim gibi.
Gitmek istiyordum, bir yandan da onu görmek. Bütün salonu gezmiştim. Geriye tek bir eser kalmıştı. Eğer ona da baktıktan sonra hala göremezsem Feza'yı o zaman eve gidecektim. Kendimi hiç olmadığım kadar yorgun hissediyordum ama yine de ilerlemeye devam ettim. Bu son eser diğerlerinden daha özel bir yerde duruyordu. Önünde o kadar çok insan vardı ki sanki herkes bunun için katılmıştı sergiye. İnsanların çekilmesini bekledikten sonra yaklaştım.
Alevler içindeki bir orman. Gökyüzünün kızıla büründüğü bir gece. Ağaçların yaprakları küle dönmüş, gövdeleri içlerindeki ateşle kavruluyor. Turuncunun ve kızılın bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. Yoğun dumanı görebiliyorum. Hatta ciğerlerim daralıyor görünce. Gökyüzü neredeyse aydınlanmış yerdeki alevlerle. Daha fazlasını görmek için yaklaşıyorum. Bir ağaç var diğerlerinden daha ön planda olan. Gövdesinde bir kovuk. Kovuğun içi kızgın lavla dolu sanki. Güneş gibi. Patika yolu görüyorum belli belirsiz. Yol, bu ağaca çıkıyor. Emin olmak için tekrar bakıyorum. Kızıla bürünse de yaprakları kül olmamış tek ağaç. Tüm görkemiyle orada duran. Özgür. Bu kesinlikle benim Özgür'üm. Daha da dikkatli bakınca bir beden görüyorum karartılar içinde. Sırtını ona yaslamış, yerde oturuyor. Alevlere teslim olmuş bu ormanın içinde, yüzündeki tüm kaygısızlığıyla. Feza.
En öne çıkan tablonun ona ait olduğunu düşünmediğim için altta yazan isme bakmamıştım bile. Diğer resimlerinin soluk griliğinden sonra böylesine canlı bir kızıllığın da ona ait olamayacağını düşünmüştüm. Ta ki Özgür'ü ve en sonunda onu görene kadar. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki gözlerimi bir an bile ayıramazken yaklaşan adımları da duyamıyordum.
"Beğendin mi?" diye sordu tanıdık ses. Ayak sesleri tam yanıma geldiğinde kesildi. Ona dönmeden ve hiçbir şey söylemeden durmaya devam ettim.
"Seni göremedim." dedim biraz sorgular tonda. Sanki hayatımdaki tek sorun buymuşçasına.
Birkaç saniyelik sessizlikten sonra alışık olmadığım bir renge büründü sesi. "Gelmeyeceğini düşünmüştüm."
Yan yana durmuş önümüzdeki alevler içindeki ormana bakarken alakasız kelimeler sıralıyorduk. Cümleden uzak zahmetsiz kelimeler... Derin bir nefes aldığını duyduğumda ona döndüm. Ne kadar zamandır birbirimize bakmadan öylece durduğumuzu bilmiyordum. Bakışlarımın üzerinde olduğunu fark edince bedenini bana doğru çevirdi. Tek bir kırışıklık barındırmayan beyaz gömleğinin yaka düğmeleri açıktı. Saçları eliyle geriye atmasını gerektirmeyecek kadar muntazam duruyordu. Herkesin ilgisini çekecek kadar özenli ve iyi gözüküyordu. Fakat resimlerinde olduğu gibi onda da eksik olan bir şeyler vardı. Yüzünde olması gereken gurur ifadesi gibi ya da başarılı olunduğundaki o gülümseyiş. Sanki umurunda değildi şu an burada oluşu. En gözde tablonun ona ait oluşu. Feza'nın alışılmışın dışında biri olduğunu biliyordum artık ama onu hala daha anlayamıyordum.
"Bu tablonun bir ismi var mı?" diye sordum pürüzsüz yüzüne bakarken. Hafifçe başını salladı.
"Küllerinden Doğmaya İsyan" Bakışları tablodan sonra beni buldu. İçimden tekrarladım. O an bunun yıllarca düşündüğüm romanımın başlangıcı olduğunu bilmeden. Küllerinden doğmaya isyan...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gölgesinde Bakışlar//Gay
Fiksi RemajaHiç bulunmayan sayfalar, hiç okunmayan cümleler ve hiç duyulmamış olması dilenen sözcükler... Hayatımıza ansızın girip, öylece çıkıp giden insanlar... Yoruldum. En çok da kendimi ararken kayboldum. Acıklı bi romanın son sayfası, posta kutusunda kala...