Onu parkta gördüğüm günün üzerinden bir hafta geçmişti. Birkaç kere daha karşılaşmıştım onunla. Ama hepsinde anlık olarak gördüğüm için o günki gibi gözlemleme fırsatı bulamamıştım. Bu yüzden hala hiçbir şey yazamamıştım tabii. Buraya tatil için gelmiş gibi davranıyordum resmen. Sabah uyanıyor, kahvaltımı yapıyor, sonrasında ormanda ya da evlerin çevresinde dolanıyordum. Bazen eski cd'lerden filmler izliyordum. Akşam olduğunda da yemek yapmaya uğraşmadan bir ekmek arası hazırlayıp evin içinde pinekliyordum. Günün tek güzel kısmı ise yatağıma yatıp gözlerimi kapamak oluyordu.Zaten yazamayacağımı bildiğim için bilgisayarı açmıyordum bile. Tek yol onunla tanışmak ve onu tanımaktı. Çıkarım olduğu için bunu yapmam kendimi kötü hissetmeme sebep olacaktı. Ama bunu düşünmemem gerekiyordu. Sonuçta tüm insanlar böyle değil miydi? Onlarca arkadaşım varken hepsi bu hale geldiğimde bırakmamış mıydı beni? Belki de ben onları kendimden uzaklaştırmıştım, bilmiyorum. "Amaca giden her yol mübahtır." diyen Machiavelli'yi dinlesem iyi olacak sanırım.
Yağmur yağıyordu. Yerler çamur olsa da yağmur yağarken ormana gitmeyi severdim. Yapraklardan süzülen damlaları seyretmeyi ve o kokuyu içime çekmeyi. Şemsiyemi alıp dışarı çıktım. Hastalanmak istemiyordum. Yağmur yeni başladığı için henüz ayakkabılarım çamurun içerisine gömülmüyordu. Buna sevinmiştim çünkü temizlemekle uğraşamazdım. Her ne kadar yapacak başka işim olmasa da.
Özgür'e yaklaşırken onu gördüm. Buraya geldiğim ilk günki gibi ağacın gövdesine yaslanmış, yerde oturuyordu. Bu kez yanında resim malzemeleri yoktu. Beni göremeyeceği bir yerde dururken tekrar onu izlemeye başladım. Niye hala oturmaya devam ettiğine bir anlam verememiştim. Benden başka biri daha vardı demek yağmurdan etkilenmeyen. Acaba neler yaşamıştı da bu hale gelmişti?
Bu kez yalnızca uzaktan bakmayacaktım. Bir hafta hiçbir şey yapmadan geçirmek için uzun bir süreydi. Yanına ilerlerken bakışlarını yere diktiği için beni görmüyordu. Şemsiyeyi onun üzerinde tuttuğumda artık ıslanmadığını fark ederek başını yukarı kaldırdı. Gördüğü şemsiyeyle gözleri beni bulurken yüzünde şaşırmış bir ifade vardı.
"Islanıyorsun." Sanki o bunun farkında değilmiş gibi söylediğim cümleyle kaşları çatıldı. Onu bir kez daha rahatsız etmiştim sanırım. Anladığım kadarıyla insanlardan pek haz etmiyordu.
"Ben Ozan." diyerek elimi uzattığımda bana o kadar da insanlardan nefret etmediğini göstererek elimi tutup ayağa kalktı. Gözlerindeki kuşkulu bakış yerini koruyordu. Ya yalnız yaşıyordu uzun zamandır burada ya da yalnız hissediyordu. İkisi çok farklı şeylerdi çünkü.
"Feza." Pantolonuna yapışan toprağı eliyle silkelerken yüzüme bakmadan söyledi adını. İnsanlardan uzak bir yerde yaşadığı için ya yabancılaşmıştı herkesin kibar olduğu ama aslında yalanlarla dönen bu dünyaya ya da hiçbir zaman içine girmemişti bu sahteliğin.
Şemsiyeyi ikimizin de ıslanmayacağı şekilde tutarken patika yolda yürüyorduk. Ağzını açıp tek kelime söylememişti adından başka. Onu tanımam zor olacaktı. Sessizliği bir zırh gibi örmüştü etrafını. Evren yine yanıltmamıştı beni. Karakterime benzeyen çocuğun konuşkan ve sıcakkanlı olmasına şaşardım zaten. Ne kolay olmuştu ki bu olsun, değil mi?
"Burada mı yaşıyorsun?" Sorduğum aptalca soruyla yüzümü buruşturdum. Sanki onu birçok kez gördüğümü bilmiyordu.
"Evet, sen?" Yine yüzüme bakmadan yanıtlarken bana da sormasına şaşırmıştım.
"Bir hafta önce geldim. Normalde İstanbul'da yaşıyorum ama kafa dinlemek istedim biraz." Umurunda olmadığı açıklamayı yaparken yazmak için geldiğimi özellikle söylememiştim. Sanmıyordum ama ne yazdığımı merak etmesini istemezdim.
Belli belirsiz başını salladı. "Seni daha önce hiç görmemiştim." Tanımaya çalışır gibi yüzüme baktı. Parkta o kadar göz göze gelmiştik ve beni hiç görmediğini mi söylüyordu?
"Küçüklüğümden beri ilk kez geliyorum buraya. Sen hep burada mı yaşıyordun?" Yapılacak hiçbir şey yoktu ki burada. Şehir merkezinden bile çok uzaktaydı. Nasıl geçerdi yıllar bu neredeyse terk edilmiş yerde?
"Evet, doğduğumdan beri." Şu an hiçbir şeyi sorgulamıyor gibiydi. Neden bu yağmurda ormanda olduğumdan tutun, durup dururken ona şemsiye uzatıp şimdiyse ona sorular sormama kadar. Belki de sorularıma rastgele cevaplar verip benden bir an önce kurtulmaya çalışıyordu.
"Neler yapıyorsun peki burada?" Art arda soru yöneltmek istemiyordum ama gergin sessizliği bölmenin tek yolu buydu.
"Aslında pek bir şey yapmıyorum." Konuşmayı tek bir cümlesiyle bitirirken artık konuşmamam gerektiğini anladım. Sanırım benden hoşlanmamıştı. Vücut dili de tam olarak bunu gösteriyordu. Gözlerindeki bıkkınlık "Nereden karşıma çıktı şimdi bu?" diyordu resmen.
Ormandan çıktığımızda ona dönerek durdum. "Benim evim hemen şurada." diyerek işaret parmağımla gösterdim ahşap evi. "Uzakta oturuyorsan gel de kuru kıyafetler vereyim sana." Umarım onu eve atmaya çalıştığımı düşünmez.
"Gelmesem daha iyi olur. Acil bir işim var da evde." Ufak adımlarla gitmeye yeltenirken şemsiyeyi uzattım.
"O zaman bunu al bari." Niye bir yabancının onunla ilgilendiğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Yine de sanırım uzatmamak adına şemsiyeyi aldı.
"Teşekkür ederim. Getiririm en yakın zamanda." Başka bir şey söylemeden arkasını dönüp ilerlerken gülümsedim. Tekrar konuşacağımız kesindi artık.
O hızlı adımlarla yürürken ben de eve girdim. Islanmış kıyafetlerimden kurtulup kirli sepetine attığımda üzerimde sadece boxer kalmıştı. Saçlarımı da bir havluyla kuruttuktan sonra odama gidip çalışma masasının önündeki sandalyeye oturdum. İyi ki o yaşlarda odamı büyük bir insana da uygun olabilecek şekilde dizayn ettirmiştim. Çekmeceden bir sürü kağıt ve kalem çıkardım. Marketten aldığım pano ve çift taraflı bantı da masanın üzerine bırakırken "Ne yapıyorum ben?" diyordum içimden.
Bu romanda hiçbir tutarsızlık olmasına izin vermeyecektim. Diğer kitaplarımda yaptığım hatalardan biri de buydu. Kitap basıldıktan sonraki okumalarda algılıyordum aslında bazı şeylerin ne kadar tutarsız olduğunu. Okuyucuların pek de farkına varmayacağından emindim ya da buna takılmayacaklarına. Ama yine de bu kadar başarısızlıktan sonra her şey kusursuz olsun istiyordum.
Onunla ilgili bildiğim şeyleri düşündüm. Adı Feza'ydı. Resim yapıyordu. Doğduğundan beri burada yaşıyordu. Kesin olanlar sadece bunlardı. Yalan söylememişse tabii. Bir de benim yaptığım çıkarımları düşündüm. Tek başına yaşıyor olma olasılığı yüksekti çünkü yalnızlığa çok alışmış gibi bir hali vardı. Çevresiyle ilgilenmiyordu. Gördüğü bir insanı bir hafta içinde unutabilecek kadar. Karşısındakiyle ilgili sorular sormuyordu ki bu da yine etrafındakilerde bir ilişki içerisinde olmadığını gösteriyordu. Yaptığı resmi görmemiştim ama bence yetenekliydi. Kötü bir çizimi o kadar tutkuyla devam ettiremezdiniz çünkü. Ağlamaktan çekinmiyordu. Yağmurda ıslanmaktan da. Bir de marketten kutu kutu süt alırken görmüştüm onu. Bunu neye yoracağımı bilmiyordum.
Bildiğim ve düşündüğüm her şeyi maddeler halinde kağıtlara yazdım. Unutmamam lazımdı bunları. Aslında birkaç fotoğrafını da çeksem harika olurdu. Ama kendimi daha fazla sapık gibi hissetmek istemiyordum. O yüzden görünüşünü de kağıdın üzerine sıralamaya başladım. Parktaki günden sonra yeni fark ettiğim çok az şey vardı çünkü yanımdayken ona bakmam son derece garip ve rahatsız edici olurdu. Boyu benden birkaç santim kısaydı ve benden biraz daha inceydi. Gözlerinin rengini de daha yakından görebilmiştim. Şimdilik bu kadardı yeni gözlemlediğim şeyler.
Tüm yazacaklarımı tamamlayıp kağıtları panoya raptiyeledim. Şimdi bunu gözükmeyecek bir yere asmam gerekiyordu. Çünkü Feza'nın bu eve girmesini sağlayacaktım ve hazırladığım panoyu görürse her şey biterdi. Yatak odasına gittim. Burada bir kapı daha vardı ve giyinme odasına açılıyordu. İçeride birkaç raf dışında başka bir şey yoktu. En iyi yanı da kapıyı kilitleyebilecek olmamdı.
Panoyu duvara yapıştırırken buranın daha birçok bilgiyle dolacağını biliyordum. Kapıyı kapatıp anahtarı yuvasında çevirdikten sonra bakışlarımı oymalı ahşabın üzerinde gezdirdim. Neden bilmiyordum ama kendimi bir dedektif gibi hissetmem gereken yerde kusursuz cinayetler planlayan bir seri katil gibi hissediyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gölgesinde Bakışlar//Gay
Novela JuvenilHiç bulunmayan sayfalar, hiç okunmayan cümleler ve hiç duyulmamış olması dilenen sözcükler... Hayatımıza ansızın girip, öylece çıkıp giden insanlar... Yoruldum. En çok da kendimi ararken kayboldum. Acıklı bi romanın son sayfası, posta kutusunda kala...