Gerçekler inci gibi bir bir dökülüyordu tenime. Tenim bedenime, ruhum ellerime dolanmış bir şekilde ilerliyordum.
Yolumun nereye çıkacağı belli olmasa da gidiyordum işte.
Belki siyah bir gölete belki de yokuş aşağı bir yola. Sanırım yürüdüğüm tek yer yaşantımın en kötü noktasıydı. Ne bir ne yokuş ne de bir gölet. Gerçekten neden böyle olduğumu düşünemiyordum. Çünkü tek düşündüğüm şey korkumun beni kendine mühürlemesiydi. Bu mühür bozulabilirdi elbet ama ben korktukça daha da mühürleniyordum.
Ayaklarım berrak bir suya değsin isterken neden siyah sulara değdiğini anlamıyordum.
Neden?
Kan ter içinde kalan bedenim saten çarşafın üzerinde gerindi . Kalan sağlam hislerimin kırıntıları gözlerime dolarken kirpiklerimin gölgesini göz bebeklerimden uzaklaştırarak yerimde, bu saten çarşafın üzerinde doğruldum. Gözlerimi kısarak nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Islak saçlarım üzerimdeki beyaz tişörtün arkasını sırılsıklam etmişti. Önü de ondan farksızdı fakat iç çamaşırımın nemli dokusu beni huysuzlaştırıyordu. Gözümden akan rimelin kalan siyah görüntüsünü görmesem de öyle olduğunu biliyordum. Kötü bir görünüşle çıkıntılı diz kapağımda olan kesik çizgilerin üzerine yapıştırılmış krem rengindeki yara bantı ben buradayım diyordu.
Dudaklarımı ısırarak gözlerimi sımsıkı kapattım. Aklımın ücra köşelerinden dökülen sahnelerle gözlerimi açtım. Şaşkınlığıma engel olamadığım gibi küçük mırıltılarla sırtımı yatağın ahşap başlığına yasladım.
Ellerim sıkıntıyla yüzümü avuçladı.
Gerçekten ben bir koca denize atlamış mıydım?
Kapı düşüncelerimi sertçe açılarak böldü ve duvarda bıraktığı gölgeyle irkilmeme neden oldu. Çarşafı ayaklarımla iteleyip yere doğru dökülmesine neden olan hareketlerimle ayaklandım. Kapıdan giren uzun boylu hafif iri adam bana kısa bir bakış attı.
Elini kapının ahşap pervazına yaslayarak, ''Sen kimsin?'' diye sordu.
Sesindeki alçak bir öfke ve ruhsuzluk vardı.
Kahverengi gözlerim onun petrol karası gözlerine kaydığında boğuldu. Zira az önce o petrol karası gözlerin yerini mavinin en koyu olduğu bir okyanusu barındırmıştı. Ve de o okyanusun ortasında kalan bir ada varmış gibi gözünde yeşil dalgalar oluşturan hareler...
Bu imkansız gibiydi. Gözleri simsiyahken neden mavi olmuştu şimdi de?
Sorduğu soruyu hatırlayınca ona doğru adım attım, ''Asıl sen kimsin? Ben neden buradayım?''
Sesimdeki inatçı tavır onu sinirlendirmiş olacak ki, ''Soruma soruyla cevap verme.'' dedi.
Gözlerimi kısarak başımı iki yana salladım, ''İyi, benim kim olduğum seni ilgilendirmez.'' yukarıdan attığım bakışlarımla derin bir nefes aldı.
''Nerede olduğunu söylemem için senin bana kim olduğunu söylemen lazım. Ya söylersin ya da çıktığın kapıdan geri içeri girersin.'' Tehditkar ses tonu öylesine beni afallattı ki ne yapacağımı bilemedim.
İnce kaşlarımı çatarak, ''Nesin ya sen eşkıya mısın? Kim olduğumu ne yapacaksın?'' yüksek ses tonum dudaklarımdan dökülmüştü.
''Bak oradan nasıl geçtin bilmiyorum ama eğer kim olduğunu söylemezsen seni şurada öldürürüm.'' dedi.
Aynı ses tonundaki tehditkar sızıları beni ezip geçti.
Beni öldürecekti ha?
''Öyleyse öldür ya da...'' Adımlarımı ondan yana çevirip arkasındaki kapıya doğru yürüdüm, ''o kapıya geri giderim.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞAFAK PİKNİĞİ
Фэнтези"Bu olayda geçen rüyalar gerçektir." Her şey bir ölüm ile başladı. Dünya iki kapılı bir handı ve o hanın içinde kaybolmuş iki genç. Ruhen ve bedenen bağlı oldukları bir anahtar onları ne kadar birleştirebilirdi ki? +18 "Annen, yani Serçe." Dedim huz...