Kan bağışı yapmak ister misiz?

189 29 13
                                    

Ben bir öküzüm!

Hayır, ekosisteme katkı sağlayan o güzide hayvanlara hakaret etmek değil bu
söylemim.
Kelimelerin mecazi manalarına sığınarak, en mecazi anlarımı en mecazi tümcelerle tarif etmek niyetindeyim.

Bir gün, birisi bana çıkıp deseydi, "Bir roman yazacaksın!" diye; sanırım kocaman bir kahkaha atardım suratına. Hele de bir aşk, bir ayrılık ve kocaman bir veda romanı...
Şimdi başladığım bu satırlar, hayatın bana attığı kahkahaların bir yansıması olsa gerek. Büyük konuşmanın karşılığı, büyük sevmenin vebali...

Bir romanda en önemli şey giriş cümlesidir derler edebiyatçılar. Vurucu, etkileyici ya da merak uyandırıcı olması yeğlenirmiş her zaman. Bir gün, birisi bana çıkıp deseydi, "Bir roman yazacaksın ve ilk cümlesi 'Ben bir öküzüm' olacak," diye;
sanırım suratının ortasına okkalı bir tokadı yerdi.

Şimdiyse bir romana başladım, ilk cümlesi kocaman bir öküz olduğumun ilanıyla. Hayatın suratıma aşk ettiği bir tokat, aşkın kalbime vurduğu öldürücü darbe...

Yaşanmışlıklarla yaşanamamışların arasındaki bir köprü bu roman. Öyle bir
köprü ki, intihar etmek için atlamak değil, karşıya geçmek gerek. Yaşanmışlıklardan
yaşanamamışlara.
Yavaş yavaş, usul usul ve sessizce...
Geceleyin çıkacak bir gökkuşağını beklerken, yıldızları içinde söndürmek demek. Seher vaktinde güneşin doğmaktan vazgeçmesi, ayın bir güneş gibi yakıp geçmesi gibi. Soluk boruma dikenli tellerin girmesi, her nefes alışımda dikenlerin bütün hücrelerime ölümü zerk etmesi gibi...

Lafı uzatmaya gerek. Bundan kaç yıl öncesi bilmiyorum. Daha doğrusu saymak istemiyorum. 2015 yılıydı. Ülkenin dört yanında bombaların patladığı; sivil, polis, asker binlerce insanın yaşamını yitirdiği; çifter çifter genel seçimlerin yapıldığı; Müzeyyen Senar, Yaşar Kemal ve Levent Kırca gibi duayenlerin ebediyete uğurlandığı bir hayli karamsar bir yıldı.

Ülkede uğursuzluk kol gezerken, gül diyarı Isparta'da, Süleyman Demirel Üniversitesi'ndeki öğrencilik yıllarımdan birisiydi. Uluslararası Ticaret ve Finans bölümünde, üçüncü sınıf öğrencisi olarak, dünyanın benim etrafımda döndüğü zamanlardı işte.
Gelecek mesleğime yakışır bir şekilde, uluslararası çapkınlık alanında tecrübe sahibi olmaya çalışıyordum. Bilişim çağını en verimli şekilde kullanıyor, çeşitli
sosyal medya platformlarında dört kıtada birden sanal ava çıkabiliyordum.
Özellikle bulunduğum şehir olan Isparta'nın küçüklüğü, Süleyman Demirel heykelinin orijininde konumlanan minyatür eğlence ortamı, her Anadolu şehrindeki mecburiyet caddesi dışında sosyal ortamın yokluğu gibi etkenlerden yeterince bunalmıştım. Tek rahatladığım zamanlar ara sıra Eğirdir gölüne yaptığım kaçamaklardı. Celp döneminin gelip çatması ve Eğirdir gölünün çarşı iznine çıkan erler tarafından kuşatılmasıyla Eğirdir defterim de kapanmıştı.

Sizin anlayacağınız, küçük bir şehirde öğrenci olmanın bütün dezavantajlarını
yaşıyor ve yine soluğu milli mecramız olan sanal alemde hovardalık peşinde koşarken alıyordum. Kısır bir döngüde, hepten kısırlaştığım Kasım ayında, Kasım'da aşk
başkadır diyenlerle kafa buluyordum. Çok sıkılmıştım ve bir an önce zaman geçirecek bir uğraş bulmalıydım.

Üniversitenin ilk yıllarında sosyal kelebek olmak için katıldığım Kızılay kulübü
geldi birden aklıma. Kulübü zaman geçirmek için rahatlıkla değerlendirebilirdim.

Bir an önce çalışmalara başladım ve
"Hadi bir şeyler yapalım," çağrıları yaptım. Topluluktaki uyuşukluk ve benim pek bir istekliliğim sayesinde daha hiçbir icraat yapmadan kariyer basamaklarını hızla tırmandım ve kulüp başkanlığına seçildim. Koltuklarım kabarmış, yürüyüşüm dikleşmiş ve adımlarımı daha bir kendimden emin atıyordum.
Her Kızılay kulübü başkanlığına yeni seçilmiş başkanlar gibi çılgın projelerin peşinde koşmaya başladım sonra.

Ecnebi dişi düşürme odaklı devasa uluslararası sempozyumlardan, NASA astronotlarının faydalanabileceği Ay'da ve Mars'ta Kızılay çadırları kurmaya kadar planlarım vardı. Ancak en nihayetinde Isparta gibi küçük bir şehirde olduğumu kanıksadım ve her küçük şehirde yapılabilecek tek etkinlik olan bir meydan ya da cami bahçesinde Kızılay çadırı kurarak kan bağışı kampanyası yapmakla yetinmek zorunda kaldım.

Organizasyon gücümün ve zıpırlık potansiyelimin yüksekliği sayesinde hemen çadırı kurduk. Bilin bakalım nerede? Tabi ki kafeler caddesinin girişinde bulunan Mimar Sinan Caminin önünde. Bir yanda kafelere gitmek için önümüzden geçen kızlar, diğer yanda Cuma namazının farzını kaçırmamak için koşturan hacı amcalar...

Hemşire ablalar içerde kan alma operasyonlarını yürütürken biz de birkaç arkadaşla çadırın önünden geçenlere salça oluyorduk. Cuma namazı vakti olduğu için kalabalığı iyi değerlendirmek istiyorduk. Kişinin tipine ve yaşına göre söylemlerle kan bağışlamaya ikna etmeye çalışıyorduk.

Pardon, kan bağışlamak ister misiniz?

Pardon, bu yakışıklılığını kan bağışı yaparak başkalarına yaymak istemez misin canım abicim?

Pardon, güzelliğinize güzellik katarak kan bağışlamaya ne dersiniz hanımefendi?

Pardon, gözlerinizin rengini kanınızdan mı aldınız acaba hanımefendi?

Pardon, evet amcacım kan bağışlamak abdesti bozar, namazdan sonra alalım.

Pardon, yok yok çok değil, sadece bir ünite kan alıyoruz Pardon, kan bağı... evet...
evet, evet maalesef alkollüyken kan bağışı olmaz sayın abim. Evet abicim ben de seni seviyorum...

Birbirinden farklı birçok kişiyi kan bağışına ikna etmiştim. Kampanyamız oldukça verimli geçiyordu. Ayakta durmaktan yorulmuştum. Cuma namazı başlayınca ortalık sakinleşti. Hemşire ve doktorlar da mola vermiş, kan alma işlemlerine bir süre ara vermişlerdi. Bir şeyler atıştırmak için ayrılmışlardı. Durumu fırsat bilip katlanır sandalyeler den birisine oturup dinlenmeye koyuldum. Arkadaşlar yoldan geçenleri ikna çabalarına devam ediyorlardı.

Tam bu esnada, yolun karşısından gelen bir ışıltı fark ettim. Gözlerim kamaşmıştı. İnanamadım. Az önceki ayyaş abinin nefesinden sarhoş mu olmuştum acaba?

Hemen yerimden kalktım. Gözlerimi parmaklarımla ovuşturup yeniden açtım. Hayır, değişen bir şey yoktu. Görüntü aynıydı. Yeryüzüne indirilmiş bir melek

bize doğru yaklaşıyordu. Hemen arkamdaki camiye bakındım. Uhrevi ve sırlar dünyasından fırlama olaylar mı peyda olmuştu acaba bir anda? Etrafa nurlar mı saçılıyordu?

Hayır, her şey normal görünüyordu. Eğer karşıdan gelen melek namaza gitmeyecekse belli ki bizim çadıra doğru adım adım yaklaşıyordu.

Bir adım atıyor, kalbim hopluyordu.

Bir adım atıyor, kalbim zıplıyordu.

Bir adım daha atıyor, soluğum kesiliyor;

Bir adım daha atıyor, bacaklarımın bağı çözülüyordu.

Öleceğim sandım. Caminin bahçesindeki musalla taşına bakındım hemen. Üç

beş metre ötemdeydi. Birkaç adım daha yaklaşırsa, gidip musalla taşına uzanacak ve zahmetsizce can verecektim.
Musalla taşı ile karşıdan gelen meleğin gözlerinde gidip gelen bakışlarımla

hipnoz olmuş gibiydim. Melek hanımefendi bizim çadıra doğru yaklaşırken kendime geldim. Kimseye kaptırmamak için ışık hızıyla diğer arkadaşların önüne geçtim.

Pardon, benimle evle... şey, pardon, kan bağışı yapmak ister misiniz hanımefendi?

Yalan Söyleyen PapatyaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin