bölüm 4: ❝ karınca tepesi ve deniz kabukları ❞

887 142 160
                                    

30 Temmuz günü sabah saat yediyi çeyrek geçe dükkana gitmek için evimizin bahçe kapısından dışarı  çıkıp henüz yeni uyanmış olan babamı beklemeye koyuldum. Güneş ufukta parlak ışığıyla doğmuş, bulutsuz masmavi gökyüzünü tüllerin arasından izliyormuşum hissi veren belli belirsiz bir beyazlıkla aydınlatıyordu. Karşımda sakince uzanmış denizin üstünde ışık hüzmeleri küçük balıklar gibi oynaşıyordu. Tenime dokunan hafif esinti, etrafın sessizliği beni keyiflendirdi.

İşe gitmeyi hiç sevmesem de, sabahın bu saatlerini, kasabanın bu hâlini çok seviyordum ve her seferinde içime manevi bir huzurun yayıldığını hissediyordum.

Uzaktaki ufak iskelenin dibinden küçük bir tekne motorunu birkaç kez çalıştırdıktan sonra ayrıldı. Önümden koşuya çıkmış bir tatilci geçti. Başında şapkası, hareketleriyle yaylanan atkuyruğu saçı ve güneşte esmerleşmiş teniyle oldukça mutlu ve yabancı gözüküyordu. Bahçe duvarının dibindeki çöp poşetlerinin yanına sarı tüylü bir sokak kedisi geldi ve karpuz kabuklarını karıştırmaya başladı.

Kedinin yanına oturdum. Babamı her sabah burada beklemeye alışmıştım. Ama bugün birbirine benzeyen bütün diğer sabahlarımdan farklıydı. 30 Temmuz'du. Yani Dejun'un "Üç gün sonra görüşürüz," demesinden üç gün sonra.

Elbette üç gündür aklımdaki tek şey buydu. Gece düşünmekten uyuyamamıştım bile. Gerçekten görüşür müydük Dejun? Yoksa unutmuş musundur? İyi de neden görüşecektik? O akşam ne olmuştu da benimle öyle konuşmuştu?

Tüm bu soruları bin defadan fazla sormuştum kendime ama ne bir yanıtım vardı ne de düşüncelerimin hafifleyen bir yanı. Yalnızca tek bir cümle (Üç gün sonra görüşürüz.) söylüyordu ve ben o cümle hakkında etraflıca, boylu boyunca, saatlerce düşünüyor, onu kafamda ölçüp tartıyor, bir masaya yatırıp inceliyor, bazan kollarını bacaklarını uzatıp kelimelerine ayırıyor, bazan da karşıma oturtup sorguluyordum.

Babam hâlâ gelmiyordu. İçeriden annemle birbirlerine arada bir şeyler söylediklerini, tabakların, kaşıkların şıngırtısını, dedemin sabahın köründe açtığı radyosundan çalan şarkının cızırtılı sesini duyuyordum. Ayaklarımın arasında dolanıp başını  bacaklarıma sürten kedinin tüylerini okşadım. Bir isim mi vermek lazım sana? Üç olsun en iyisi. Üç diyelim, senin de üç gün sonra görüşürüz diyen Dejun'un olur belki.

"Kediyi sevmeye mi daldın, yoksa düşüncelere mi?"

Başımı kaldırdım, Dejun tam karşımdaki kaldırıma oturmuştu tıpkı benim gibi. Sandaletli ayakları, dizlerinin üstüne yasladığı kolları, güneş ışığının aydınlattığı yüzüyle -belki de güneş ışığı değildir- bana bakıyordu.

Kedinin sarı tüylü sırtını okşayan elim duraksadı. Unutmamış, diye düşündüm, sahiden de burada.

Ayağa kalkıp önüme geldi. Hareketlerinde bir yavaşlık,  bana gelişinde öyle bir sakinlik vardı ki, bu sıradan eylemin beni nasıl dertsiz tasasız bir oğlan yaptığından haberdar değildi. "Geldin," dedim ama duyup duymadığını bilmiyordum.

Ben de ayağa kalktım, tam karşısında durdum. Karşısında, sevgili okur. Aramızda üç adım ya vardı ya yoktu ve ben o üç adımlık mesafenin bir hiçlikten ibaret olduğunu hissettim.

"Baban içeride mi?" diye sordu.

"Evet," dedim. Kedi bacaklarımın arasından ayrıldı.

"O zaman çabuk ol," dedi ve ben henüz ne olduğunu anlamadan bileğimden sımsıkı tutup koşmaya başladı.

Düşünmeye fırsatım bile yoktu, tek yaptığım Dejun'a uyum sağlamak oldu. Ayaklarımız pat, pat  yere çarpıyordu ve biz, sanki bütün dünya arkamızdaymış gibi hırsla ve büyük bir hızla koşuyorduk.

cenazede gülenler ve yeşil atkı örenler, xiaoderyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin