sana demiştim, dünya büküldü.*
(our new home, 2017 - shannon lucy)
İnsanın kendisinden tiksindiği o zamanlar. Eller benim ellerim, düşerse kanayacak o dizler benim ama engelleyemiyorum ki kendimi, nedir bunun çaresi bilmiyorum. Görmek istesem görebileceğim hiçbir gerçeği başucuma su diye koymuyorum.
Kendi tarafında onurluca savaştığını zannederken düşman toprağına gömülenlerin dünyasıymış burası. Komik bir trajedi bu, hayatımın özeti. Bakkala diye çıksam bile daima kendimi bir savaşın içinde buluyorum. Kimi savaşımda kılıcı tutan benim, gümüş kabzalı kılıcımın sivri ucunu düşmana yöneltmişim ama sonradan bakıyorum ki paslı bir kılıç çoktan delmiş göğsümü. Delik göğsümle, iki yana sarkmış kanlı yakalarımla ayakta durmaya çalışıyorum. Direniyorum, ne savaşlarda bulunursam bulunayım yıkılmamak için direniyorum. Sonsuz bir kısır döngünün içinde, içimdeki zafer nidalarıyla savaşıyorum kendimi hep gurbette bulduğum o yenilgilerde.
Çokça acı, kopuk ipler ve dikiş izleri kalmıştı her şeyden geriye ama olsun, insan öğreniyordu eninde sonunda. Kimi çocuklar ilk adımlarını gıdıklayıcı halılara değil, dikenli topraklara atıyordu. Savaşmayı bilmeden göğsünde kurşunla doğan tüm çocuklara. Yedi yaşımda kül kedisi tiyatrosu için prens rolüne sahip olmak hırsımdan dolayı gece gündüz çalışırken, on iki yaşımdayken kanserden kaybettiğim ağabeyim bana 'ikimiz yerine de yaşa' derken, on dördümde paramparça kalbim yüzünden evimi terk edip bambaşka bir şehre taşınıyorken, yirmi ikimde sokak dansında ustalaşmak uğruna ayaklarım yara bere içinde kalıyorken ve yirmi üçümün sonlarında, şu an şu dakika tüm dünyaya meydan okuyorken. Hep savaştım ben. Hep. Yedimdeki çocukluğumun muhayyilesiyle, on ikimde ölümün yakalarımı tutan avuçlarıyla, on dördümde dünyaya bulaşmakla en kötü hatayı yapan kalbimin açık yaralarıyla, yirmi ikimde sokaklardaki kaldırımlara kadar bulaşmış umutsuz parçalarımla ve şimdi de ruhumla.
Fakat en çok da on yedi yaşında ölümün çaldığı kardeşimin tozlu hatıralarıyla savaşıyordum. Sanki hayatım iki evreden oluşuyordu. On iki yaşında çocuk Jungkook ve on ikisinin sonlarında göğsünün tam ortasından on yedi kurşunla vurulan Jungkook. Sahi, nasıl üstesinden gelebilmiştim ben onun ölümünün? Sanki şimdi tekrar on iki yaşındaydım. Şimdi tekrar fısıldıyordu bana, zar zor alabildiği nefeslerine rağmen. "Ağlama," diyordu. "Artık annem seni deniz kıyısına götürdüğünde kumdan kaleni tek başına yapacaksın, belki ben sana kova kova ıslak kum taşıyamayacağım ama bil ki deniz olacağım küçüğüm, bizi zamanında bir o yana bir bu yana savuran dalgalar bu sefer ben olacağım ve sana gülümseyen yengeçler göndereceğim dalgalarımla. Ağlama."
Kaç yıl geçmişti oysaki bu dediklerinin üstünden, kaç ay kaç gün geçmişti. Kaç kez gitmiştim annemle deniz kıyılarına. Kaç kez kafama sıkmaların eşiğinden dönüp gitmiştim gece vakitleri dalgalara. Kandırmıştı beni belli ki. Hiç gülümseyen yengeç görmedim bu yaşıma kadar. Keşke bana yengeçlerin gülümseyemediğini söyleseydi. En azından deniz kabuklarıyla süslediğim kumdan kaleleri yıkmalarına izin vermezdim. Belki de yengeçlerin gülümsemediğini bilseydim, bir savaştan galibiyetle ayrılabilirdim ihtimal dahi olsa. Böyleydim ben işte. Böyle aptal bir adam. Yengeçlerin gülümseyebileceğine inanan o beş para etmez çocuğu içimde yaşatıyordum yaşatmasına da, bilmiyordum ki gittikçe kendimi bitiriyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
zamanın ütüsü bozulmuş yakası
Romanceyankılanan bir ağrı gibi gittiğim her yerde duyarken seni. içime taşıyorum, bulanıyor, ben seni yaşıyorum. gülüyor, chevkso. "sen aşkı yaşamıyor, ölüyorsun." diyor. ben seni bugün denize bırakıyorum. yıldızlar dökülüyor. bilmiyorsun, dünya hatırımı...